Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
Kim Wonsik donup kaldı. Arka sokaktan onlara doğru koşan
en az on beş adam vardı. Karşılarında duran adam da kendisini korumaya gelen bu
isimsiz kılıç ustasından çok daha iriydi. Biraz daha dikkatli baktığında
tanıdı. Ming elçisinin muhafızlarından biriydi.
“Sakın ona zarar verme,” dedi hızlı nefeslerinin
arasından. “Bedelini ne senin canın, ne de benim canım ödeyebilir.”
Sokağın başında diğerlerinden daha silik ve kararsız ayak
sesleri olan biri belirdi. Kafası karışmış gözüküyordu, uykudan uyanmış
gibiydi. Bizimkilere hiç bakmadan arka sokaktan gelenlere doğru yürüdü ve şöyle
söyledi: “Pazara doğru gitti!” Ne kılıç ustası, ne de Âlim Kim bunun işe
yaracağına inanıyordu; lakin hayret verici bir şekilde her şey yolunda gitti.
Kalabalık hızla ters yöne doğru uzaklaştı.
Yabancı, kandırdığı insanlara gülüp hakaret ederek
geldiği yere yürüdü, duvarından arkasından kınsız bir kılıç aldı. Sanki kolları
güçten düşmüş gibi, ucunu toprakta sürüyerek ve sallanarak, ağır ağır,
kımıldamadan duran diğerlerine yaklaştı. Kim Wonsik kendisiyle muhafız arasına
girmiş olan delikanlının nasıl olup da tehlikeli olabilecek bu yabancıya
gözünün ucuyla bile bakmadığına şaşırıyordu ki onu çok daha fazla şaşırtan
başka bir şey oldu.
Kılıcını elinde sanki saman çöpüymüş gibi döndürdükten
sonra yerinde zıplayıp bir bacağını duvara yasladı yabancı. Aslında
zıplamamıştı, havalanıvermişti. Birkaç saniye içinde havada birkaç takla atmış,
kimse ne olduğunu anlamadan elindekiyle muhafızın kılıcını etkisiz hale
getirmiş ve bir kaplumbağanın kabuğu gibi sırtına yapışıp onu yere çekmişti.
Şimdi kendisi altta, muhafız üstte yatıyorlardı ve yabancı parmağındaki gümüş yüzükleri
adamın gırtlağına bastırıyordu.
Sürekli ağrılardan şikâyet eden yaşlı bir adam gibi “Of
of,” dedi başını geriye atarak. Sonra da kafasını kaldırıp kendisine gülen
delikanlıya göz kırptı. Beriki kılıcını indirdi ve sakince kınına soktu.
Efendiye yaklaştı. “Buyurun beyim.” Arka sokağı işaret ediyordu.
Âlim Kim şaşkındı. Ne yapacağını bilemiyordu, çok
terliyordu. Bir süre öylece dikildi, kendine gelmesi zaman aldı. Yabancı bu
bekleyişten rahatsız olmuş gibi içini çekti. “Biraz çabuk olun yahu, şarabım
yarım kaldı.”
Efendi yürümeye başladı. “Sağ olasın.” Delikanlıyla
birlikte ara sokaklardan sessizce ilerlediler. Mektebin kapısına gelene kadar
hiç konuşmadılar. Birbirlerine bakmadılar bile.
İçeri girmeden önce Wonsik alnındaki teri koluna sildi ve
tam bir adım arkasında duran delikanlıya döndü. Önce norigesi çarptı gözüne.
Sonra da kedilerinkine benzeyen o gözleri… “Sen o pazardaki çocuksun,” dedi.
“Sen de mi birliktensin?”
“Evet, beyim.”
“Ben değilim.” Bu ani itiraf ikisini de şaşırtmıştı.
“Yani girmeye çalışıyorum. Bu ilk görevimdi.”
“Sizi biraz… Zorlamışlar sanırım.”
“Fazlasıyla zorladılar. Pek güvenilir değilim onların
gözünde.”
“Başardınız öyleyse.”
“Umarım. Umarım başarmışımdır. Muhafız bizi görmese çok
iyi olacaktı.”
Taekwoon gülümsedi. “Siz onu merak etmeyin. Abim icabına
bakar.”
***
O akşam Veliaht Prens’in elçiyle tam olarak ne konuştuğu
ikisinin arasında bir sır olarak kaldı. Lakin konuşulan her ne idiyse elçinin
gönüllü olarak erkenden gitmesini sağlamıştı. Zaten eve giren hırsız yüzünden
eğlenceli kalabalık yavaşça dağılmış, ev ahalisi de telaş içinde bir tek
Veliaht Prens’e gereken saygıyı gösterip bir tek onu yolculayabilmişti.
Genç Prens yüzünü güçlü ve kaygısız gösteren maskeyi
sıyırmak için evden olabildiğince uzaklaşmayı beklemişti. Arkalarında yürüyen
hizmetkârlara şöyle göz ucuyla bir baktıktan sonra telaşla Hongbin’e dönmüş,
“Sence o Wonsik miydi?” diye sormuştu. Arkadaşı da o anda omuzlarını dik tutan
sahte iskeleti çıkarıvermişti benliğinden.
“Bilmiyorum. Lakin hayatımda ilk kez bir hırsız
yakalanmadığı için sevindim.”
“Ne geçiyordu aklından anlamıyorum. Neyse ki dayım
ortalıkta yoktu da onsuz ayrıldığımızı görmedi. Yengem de fark etmemiştir
herhalde.”
“Dayınızın orada olmaması çalınan şeyin ne kadar önemli
olduğunu gösteriyor.”
“Acaba neydi?”
“İçten içe hırsızın Kim Wonsik olmasını diliyorum.”
“Hayır,” dedi Prens korkuyla. “Elçinin muhafızı peşinden
gitti. Eğer oysa ve yüzünü gösterdiyse o zaman onu ben bile koruyamam.”
Efendi Lee ne demesi gerektiğini bilemiyordu. Kendisi
korkmadan, bir saniye düşünmeden canını verirdi Sanghyuk için. Âlim Kim de öyle
yapardı, biliyordu. Hatta Prens de… Öyle yapmak isterdi. Lakin istese de
yapamazdı. Ona çok üzülüyordu. Her şeyini vermek isterken kılını bile kıpırdatamıyordu.
İşte bu yüzden daha çok çabalıyordu, kendisini eksik hissetmesin diye… Eğer bir
Veliaht Prens kendisini eksik hissederse yalnızca elinin altında tuttuğu taht
değil, omuzlarının üstünde tuttuğu baş da tehlikeye düşerdi. Arkadaşlarını
koruyamadığı için üzülmemeliydi, onun yerine kendisi ve Wonsik üzülecekti.
Böylece o tahta çıkacak ve tüm hayatının boşa gitmediğinden emin olacaktı.
İçinde yükselen sarılma hissini bastırdı. Başkaları izlerken onunla aynı hizada
yürümesi bile sakıncalıydı.
“Yarın sarayda konuşmalar başlayacak,” diyerek onun
düşüncelerini dağıttı dostu.
“Ziyafete teşrif ettiğiniz için mi?”
Prens Sanghyuk güldü. “Hayır, ziyafete tahtırevan ya da
muhafız olmadan gittiğim için. Hatta sizi yanımda getirdiğim için.”
“Üzgünüm, efendim.”
“Ne diyorsun yahu? Üzgün olacak ne var? Elçinin saraydan
önce dayıma gidişini konuşmak yerine, benim neden ayaklarımı kullanmayı tercih
ettiğimi konuşacak insanlar üzülsün. Zamanı gelince onların ayaklarını kesip
kesmeyeceğimden korksunlar. Sen boş ver.”
Bu güzel yüzlü, iyi kalpli ama şımarık çocuğu birinin
ayaklarını keserken hayal edemedi. Dudaklarına buruk bir gülümseme yerleşti.
Varana kadar bir daha konuşmadılar. Konutun kapısında
telaşlı bir gölge duruyordu. Gürültülü nefes alışlar, sessiz avluda yankılanıyordu.
Hizmetkârlar irkildiler, lakin Prens ve Efendi Lee adımlarını hızlandırdı.
Birbirlerini gölgelerinden bile tanırlardı.
“Hop, Kim Wonsik!” dedi Hongbin neredeyse bağırarak. Âlim
Kim öyle hızlı döndü ki başı döndü. Durduğu yerde hafifçe sallandı. İki dostuna
da uzun uzun baktıktan sonra dizlerinin üstüne çöktü. Ay ışığıyla parlayan
yaşlar akmasın diye gözlerini kapattı ve yere kapandı.
“Ölmeyi hak ettim Majesteleri,” dedi usulca. “Büyük bir
günah işledim.”
Prense fırsat vermeden arada girdi Efendi Lee. “Ne
diyorsun sen be?”
“Canım sizindir, lakin önce anlatmama izin verin.”
Veliaht Prens oldukça telaşlanmıştı ama dayısının evinde
taktığı maskeyi yeniden yüzüne yerleştirmeyi başarabildi. Yerde duran
arkadaşının başına dimdik dikilip yukardan baktı. Öfkeyle çenesini diğer tarafa
çevirip içeri girdi. Diğeri, biraz bekleyip mecalsiz genci kollarından tutup
kaldırdı ve içeri sürükledi.
Koridoru ağır ağır yürüdüler. Wonsik, yanında destekleyen
biri olmasa düşüp bayılacakmış gibi görünüyordu.
Kâhya ortalıkta görünmüyordu, muhtemelen gitmesi
emredilmişti. Kapıyı kendileri açıp içeri girdiler. Prens başlığını çıkarmış
ayakta bekliyordu.
“Ne oldu?”
“Bendim, Majesteleri. Dayınızın evindeki hırsız…”
“Orasını anladık zaten. Sadede gel.”
Hongbin kılıcını ve başlığını çıkarıp yeleğini çözmüş, iç
gömleğini gevşetmişti. Yere oturdu. Aslında yan gelip yatmak istiyordu, lakin
bu gergin havada cesaret edemedi.
Âlim Kim yutkundu. “Mektepteki birliğe girmek için
yaptım.”
“Birliğe mi?” Genç Prens çok kısa bir an hayal kırıklığına
uğradığını inkâr edemezdi. Zaten bir sonraki cümlesinde bu yüzüne ve sesine de
yansıdı. “Benden habersiz mi?”
“Bana güvenmediler efendim. Sizi şaşırtmalıydım, yoksa
başarısız olacaktım.”
“Baştan anlat şunu.”
Hongbin, Prens’e oturmasını işaret etti. O oturmazsa,
Wonsik de oturmayacaktı ve gerçekten bayılacaktı.
Herkes aynı hizaya geldikten sonra Kim Wonsik biraz süre
yüzündeki terleri silerek ve nefesini kontrol altına alarak düşündü. Kendini
hiç iyi hissetmiyordu. “Mektepteki kardeşlerden birine birliği sordum. Tek
yaptığım buydu. Beni iç odaya götürüp bir şeyler anlattı, lakin eminim ki
bahsettiği şeyler birlik için çok basit şeylerdi. Birliğin adının Kırmızı
Kamelya olduğunu öğrendim.” Parmaklarını aceleyle yenine soktu ve kırmızı
norigeyi çıkardı. “İşte burada Majesteleri… Kamelya çiçeği sadakatlerinin
simgesiymiş. Halka ve halkı hor görmeyenlere sadıklarmış.”
Prens uzun parmaklarıyla yuvarlak tahta parçasını tuttu.
Elinin uyuştuğunu hissetti. “Bunun sende ne işi var?”
“Kabul edildim, efendim. Artık ben de birliğin üyesiyim.”
“Yuh ulan,” diye bağırdı Hongbin. Sonra sarayın içinde
böyle konuşmaması gerektiğini hatırlayarak kendi ağzına vurdu.
“Tek seferde mi kabul ettiler seni? Bana hiç mantıklı
gelmiyor bu söylediğin.”
“Öyle değil Majesteleri… Aslında… Bu yalnızca başlangıç
olacaktı. Daha uzun bir süre birliğe girebileceğimi düşünmüyordum, bana görevi
veren de böyle söyledi. Lakin sonra…”
“Sonra ne?”
“Bugünkü görevim dayınızın rüşvet kayıtlarını içeren
defterini çalmaktı.”
“Kim Wonsik senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?”
“Evet, Hongbin. Doğru söylüyorum. Daha önce birlikten
birisi, bir şekilde eve girip defterin birkaç sayfasını çalmayı başarmış. Lakin
gerçek bir koz olabilmesi için tamamına ihtiyaç olduğunu söylediler. Ben de
yaptım.”
“Yüzünü gören oldu mu?”
“Olmadı, efendim. Az daha yakalanıyordum gerçi, neyse ki
birliğin muhafızları etraftaydı. Eğer onlar olmasaydı elçinin muhafızıyla karşı
karşıya kalacaktım.”
“Elçinin muhafızı mı?”
“Herkes peşimden koşarken bir anda önümde beliriverdi.
Onu etkisiz hale getirdiler. Mektebe gittiğimde her yer çok sessizdi. Avluyu ve
koridoru yürürken öleceğim sandım. İç odada bana bu görevi veren âlim kardeşim
ve… Âlim Cha vardı.”
Dinleyenler nefeslerini tuttular. Zavallı küçük norige
Veliaht Prens’in sımsıkı kapanmış avucunda parçalanmak üzereydi. Wonsik devam
edip etmemesi gerektiğini bilmiyordu. Sadece uyumak istiyordu.
“Durma.”
Emir onu bir süreliğine kendine getirdi. “Birliğin
kurucusu olduğunu öğrenmek beni şaşırtmadı. Söylediğim gibi birliğin gördüğüm
bütün üyeleri, onun en gözde öğrencileri. Titreyen ellerimi tutup bana teşekkür
etti. Gelip size her şeyi anlatmamı istedi. Tomurcuklanan çiçekler açmaya
mecburdur, dedi.”
Veliaht Prens eskilerde kalmış bu cümleyi duyunca
irkildi. Gözlerini karşısındakinden çekip yanında oturan Hongbin’e çevirdi.
“Yuh ulan.”
***
“Taekwoon! TAEKWOON! TAEKWOON KİME DİYORUM HUU!” Omzuna
inen yumrukla kendine geldi delikanlı. Gözlerini kırpıştırdı. Yıldızlar
kafasını karıştırmıştı.
“Efendim, abi?”
“İçen benim sarhoş olan sensin. Hayırdır?”
“Gülersin söylersem.” Sadece bu bile Jaehwan’ı güldürmeye
yetmişti. Taekwoon’un hevesi kaçtı.
“Tamam tamam. Söyleyince gülmeyeceğim.”
“İşin gücün dalga geçmek…”
“Bu hayat koca bir şakadan ibaret. Gülmeyip de ne
yapacağım, senin gibi alınıp bozulacak mıyım? Uğraşamam vallahi. Sen de
uğraşma.” Delikanlı elindeki çöple toprağa şekiller çizmeye başladı. “Söyle
hadi. Gülmeyeceğim. Sözüm söz.”
“Veliaht Prens var ya…” dedi Taekwoon. “Onu
düşünüyordum.”
Karşılık çok ciddi bir sesle geldi: “Neden? Hoşlanıyor
musun yoksa?”
Delikanlı iç çekip abisinin elindeki testiye vurdu. Jaehwan
bu hareketi bir hakaret olarak algılamış gibi bozuldu. “Kadınları seviyorum
ben.”
“Bir şey demedik be, ne vuruyorsun? Anlat hadi.”
“Ben tanıştım onunla. Pazarda.”
“Pazarda Prens’le mi tanıştın?” İçkisi dökülmesin diye
sıkı sıkı tutarken kahkahalarla güldü. “Hiç güleceğim yoktu!”
“Doğru söylüyorum! İddialaştık. Beş taş oynadık, ben
kazandım. Ödül olarak bana ipek yelek diktirdi.”
“Taşak mı geçiyorsun benimle?”
“Yalan borcum mu var sana ya? Kazanırsa başlığımı
alacaktı, ama ben kaybetmesine rağmen verdim. Normal bir efendi sanmıştım.
Şimdi ziyafette görünce anladım, kılık değiştirmiş o zaman. Zaten normal bir
efendinin elin köylüsüne ipek yelek lütfettiği nerede görülmüş?”
“Ciddisin sen.”
“Öyleyim diyorum ya! Sarhoşsun diye mi geç basıyor kafan?”
“Kelleni almadığına dua et, üstüne bir de yelek vermiş!
Hem de ipek!”
“Biliyorum. Benimle şakalaştı bir de. İyi bir kral olacak
bence.”
“Yelekle şakayla olacak işler değil bunlar. Âlim Efendi
eliyle yetiştirdiği iyi yürekli çocukların güç delisi hasta ihtiyarlara
dönüşmesini izledi ömrü boyunca. Ama bana sorarsan benim temennim de odur. Kim
olduğu önemli değil; memlekette bıraktıklarımın karınlarını doyurabilecekleri
bir dünya versin bize, yeter.”
“Eve dönmeyi düşünüyor musun?”
Jaehwan gülümsedi, Taekwoon da “İstiyorum,” cevabına aynı
tepkiyi verdi. “İstiyorum da… Fazla hayalini kurmamaya çalışıyorum. Yarına kim
öle kim kala…”
***
Ming elçisi Hanyang’daki işlerini bitirip gitti. Bu süre
zarfında Taekwoon kendisine göklerden bir hediye gibi gelen abisiyle kılıç
talimi yapıyor; ondan yeni teknikler ve ağzıyla kuş sesleri çıkarmayı
öğreniyordu. Birkaç kez ay ışığının altında oturup mürekkeple resim yapmayı
bile denemişlerdi, lakin delikanlı fırçayı kılıç kadar maharetli tutamıyordu.
Komik şekiller çizmekten başka bir şey yapamadığı ve öğretmeni onunla fazlaca
dalga geçtiği için çok hevesli değildi.
Arada bir de pazara iniyorlardı. Taekwoon kendisine bile
itiraf edemiyordu Doyeon Hanım’ı görmek istediğini. O yüzden hiç almadığı
eşyaların ve yiyeceklerin arasında dolaşmaktan başka bir şey yapmadığı gezintilere
olan düşkünlüğü alakasız gözüküyordu. Bu alakasızlığı kullanarak durumu az
buçuk çözmüştü Jaehwan, yine de sesini çıkarmıyordu.
O gün hemen hedefe ulaşmak yerine, köyün ara
sokaklarından yürüyerek gidiyorlardı. Sabah emir vermek ya da kontrol etmek
için gelen giden olmamış, onlar da bunu tatil izni olarak düşünüp vakit
öldürmeye karar vermişlerdi. Jaehwan yol boyunca çocukluk anılarını anlattı;
kimi zaman kahkahalarla güldüler, kimi zaman ciğer dolusu iç çektiler.
Kiremit çatılı evlerin olduğu sokağa girdiklerinde
delikanlının içini bir huzursuzluk aldı. Bir süre hiçbir şey yokmuş gibi
yürümeye devam etti, lakin kılıcını tutan eliyle birlikte bütün vücudu hızla
kasıldı. Konuşmaya devam eden abisine eğildi ve sessizce “Fark etmedin mi?”
diye sordu. Kesinlikle peşlerinde birisi vardı.
“Senden önce fark ettim.”
“Ne yapacağız?”
“Şaşırtmamız laz-…” Cümlesi kınından çekilen bir kılıcın
sesiyle yarım kaldı.
mavinot: Yorumlarınızı esirgemeyin lütfen. Eleştirilerinizi de bekliyorum. Bu hikayeden beklentileriniz nedir, sizce ilerleyen bölümlerde neler olacak? Teşekkür ederim okuduğunuz için!!
Nefes nefese okuyan bir ben çizelim şuraya
YanıtlaSilRavi'yi böyle korkmuş bir halde hayal edeceğim hiç aklıma gelmezdi ve ayrıca Jaehwan'ı ne güzel bir şekilde yorumluyorsun
Gülümsedim endişelendim fırsat bulup daha önce okuyamadığım için içim yanıyor şu an
Benim de yorumunu bu kadar geç gördüğüm için içim yanıyor. Teşekkür ederim çok :) Yeni bölümü ekledim ^^
Sil