Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

6 Temmuz 2017 Perşembe

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #7

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Kim Wonsik donup kaldı. Arka sokaktan onlara doğru koşan en az on beş adam vardı. Karşılarında duran adam da kendisini korumaya gelen bu isimsiz kılıç ustasından çok daha iriydi. Biraz daha dikkatli baktığında tanıdı. Ming elçisinin muhafızlarından biriydi.
“Sakın ona zarar verme,” dedi hızlı nefeslerinin arasından. “Bedelini ne senin canın, ne de benim canım ödeyebilir.”
Sokağın başında diğerlerinden daha silik ve kararsız ayak sesleri olan biri belirdi. Kafası karışmış gözüküyordu, uykudan uyanmış gibiydi. Bizimkilere hiç bakmadan arka sokaktan gelenlere doğru yürüdü ve şöyle söyledi: “Pazara doğru gitti!” Ne kılıç ustası, ne de Âlim Kim bunun işe yaracağına inanıyordu; lakin hayret verici bir şekilde her şey yolunda gitti. Kalabalık hızla ters yöne doğru uzaklaştı.
Yabancı, kandırdığı insanlara gülüp hakaret ederek geldiği yere yürüdü, duvarından arkasından kınsız bir kılıç aldı. Sanki kolları güçten düşmüş gibi, ucunu toprakta sürüyerek ve sallanarak, ağır ağır, kımıldamadan duran diğerlerine yaklaştı. Kim Wonsik kendisiyle muhafız arasına girmiş olan delikanlının nasıl olup da tehlikeli olabilecek bu yabancıya gözünün ucuyla bile bakmadığına şaşırıyordu ki onu çok daha fazla şaşırtan başka bir şey oldu.
Kılıcını elinde sanki saman çöpüymüş gibi döndürdükten sonra yerinde zıplayıp bir bacağını duvara yasladı yabancı. Aslında zıplamamıştı, havalanıvermişti. Birkaç saniye içinde havada birkaç takla atmış, kimse ne olduğunu anlamadan elindekiyle muhafızın kılıcını etkisiz hale getirmiş ve bir kaplumbağanın kabuğu gibi sırtına yapışıp onu yere çekmişti. Şimdi kendisi altta, muhafız üstte yatıyorlardı ve yabancı parmağındaki gümüş yüzükleri adamın gırtlağına bastırıyordu.
Sürekli ağrılardan şikâyet eden yaşlı bir adam gibi “Of of,” dedi başını geriye atarak. Sonra da kafasını kaldırıp kendisine gülen delikanlıya göz kırptı. Beriki kılıcını indirdi ve sakince kınına soktu. Efendiye yaklaştı. “Buyurun beyim.” Arka sokağı işaret ediyordu.
Âlim Kim şaşkındı. Ne yapacağını bilemiyordu, çok terliyordu. Bir süre öylece dikildi, kendine gelmesi zaman aldı. Yabancı bu bekleyişten rahatsız olmuş gibi içini çekti. “Biraz çabuk olun yahu, şarabım yarım kaldı.”
Efendi yürümeye başladı. “Sağ olasın.” Delikanlıyla birlikte ara sokaklardan sessizce ilerlediler. Mektebin kapısına gelene kadar hiç konuşmadılar. Birbirlerine bakmadılar bile.
İçeri girmeden önce Wonsik alnındaki teri koluna sildi ve tam bir adım arkasında duran delikanlıya döndü. Önce norigesi çarptı gözüne. Sonra da kedilerinkine benzeyen o gözleri… “Sen o pazardaki çocuksun,” dedi. “Sen de mi birliktensin?”
“Evet, beyim.”
“Ben değilim.” Bu ani itiraf ikisini de şaşırtmıştı. “Yani girmeye çalışıyorum. Bu ilk görevimdi.”
“Sizi biraz… Zorlamışlar sanırım.”
“Fazlasıyla zorladılar. Pek güvenilir değilim onların gözünde.”
“Başardınız öyleyse.”
“Umarım. Umarım başarmışımdır. Muhafız bizi görmese çok iyi olacaktı.”
Taekwoon gülümsedi. “Siz onu merak etmeyin. Abim icabına bakar.”
***
O akşam Veliaht Prens’in elçiyle tam olarak ne konuştuğu ikisinin arasında bir sır olarak kaldı. Lakin konuşulan her ne idiyse elçinin gönüllü olarak erkenden gitmesini sağlamıştı. Zaten eve giren hırsız yüzünden eğlenceli kalabalık yavaşça dağılmış, ev ahalisi de telaş içinde bir tek Veliaht Prens’e gereken saygıyı gösterip bir tek onu yolculayabilmişti.
Genç Prens yüzünü güçlü ve kaygısız gösteren maskeyi sıyırmak için evden olabildiğince uzaklaşmayı beklemişti. Arkalarında yürüyen hizmetkârlara şöyle göz ucuyla bir baktıktan sonra telaşla Hongbin’e dönmüş, “Sence o Wonsik miydi?” diye sormuştu. Arkadaşı da o anda omuzlarını dik tutan sahte iskeleti çıkarıvermişti benliğinden.
“Bilmiyorum. Lakin hayatımda ilk kez bir hırsız yakalanmadığı için sevindim.”
“Ne geçiyordu aklından anlamıyorum. Neyse ki dayım ortalıkta yoktu da onsuz ayrıldığımızı görmedi. Yengem de fark etmemiştir herhalde.”
“Dayınızın orada olmaması çalınan şeyin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.”
“Acaba neydi?”
“İçten içe hırsızın Kim Wonsik olmasını diliyorum.”
“Hayır,” dedi Prens korkuyla. “Elçinin muhafızı peşinden gitti. Eğer oysa ve yüzünü gösterdiyse o zaman onu ben bile koruyamam.”
Efendi Lee ne demesi gerektiğini bilemiyordu. Kendisi korkmadan, bir saniye düşünmeden canını verirdi Sanghyuk için. Âlim Kim de öyle yapardı, biliyordu. Hatta Prens de… Öyle yapmak isterdi. Lakin istese de yapamazdı. Ona çok üzülüyordu. Her şeyini vermek isterken kılını bile kıpırdatamıyordu. İşte bu yüzden daha çok çabalıyordu, kendisini eksik hissetmesin diye… Eğer bir Veliaht Prens kendisini eksik hissederse yalnızca elinin altında tuttuğu taht değil, omuzlarının üstünde tuttuğu baş da tehlikeye düşerdi. Arkadaşlarını koruyamadığı için üzülmemeliydi, onun yerine kendisi ve Wonsik üzülecekti. Böylece o tahta çıkacak ve tüm hayatının boşa gitmediğinden emin olacaktı. İçinde yükselen sarılma hissini bastırdı. Başkaları izlerken onunla aynı hizada yürümesi bile sakıncalıydı.
“Yarın sarayda konuşmalar başlayacak,” diyerek onun düşüncelerini dağıttı dostu.
“Ziyafete teşrif ettiğiniz için mi?”
Prens Sanghyuk güldü. “Hayır, ziyafete tahtırevan ya da muhafız olmadan gittiğim için. Hatta sizi yanımda getirdiğim için.”
“Üzgünüm, efendim.”
“Ne diyorsun yahu? Üzgün olacak ne var? Elçinin saraydan önce dayıma gidişini konuşmak yerine, benim neden ayaklarımı kullanmayı tercih ettiğimi konuşacak insanlar üzülsün. Zamanı gelince onların ayaklarını kesip kesmeyeceğimden korksunlar. Sen boş ver.”
Bu güzel yüzlü, iyi kalpli ama şımarık çocuğu birinin ayaklarını keserken hayal edemedi. Dudaklarına buruk bir gülümseme yerleşti.
Varana kadar bir daha konuşmadılar. Konutun kapısında telaşlı bir gölge duruyordu. Gürültülü nefes alışlar, sessiz avluda yankılanıyordu. Hizmetkârlar irkildiler, lakin Prens ve Efendi Lee adımlarını hızlandırdı. Birbirlerini gölgelerinden bile tanırlardı.
“Hop, Kim Wonsik!” dedi Hongbin neredeyse bağırarak. Âlim Kim öyle hızlı döndü ki başı döndü. Durduğu yerde hafifçe sallandı. İki dostuna da uzun uzun baktıktan sonra dizlerinin üstüne çöktü. Ay ışığıyla parlayan yaşlar akmasın diye gözlerini kapattı ve yere kapandı.
“Ölmeyi hak ettim Majesteleri,” dedi usulca. “Büyük bir günah işledim.”
Prense fırsat vermeden arada girdi Efendi Lee. “Ne diyorsun sen be?”
“Canım sizindir, lakin önce anlatmama izin verin.”
Veliaht Prens oldukça telaşlanmıştı ama dayısının evinde taktığı maskeyi yeniden yüzüne yerleştirmeyi başarabildi. Yerde duran arkadaşının başına dimdik dikilip yukardan baktı. Öfkeyle çenesini diğer tarafa çevirip içeri girdi. Diğeri, biraz bekleyip mecalsiz genci kollarından tutup kaldırdı ve içeri sürükledi.
Koridoru ağır ağır yürüdüler. Wonsik, yanında destekleyen biri olmasa düşüp bayılacakmış gibi görünüyordu.
Kâhya ortalıkta görünmüyordu, muhtemelen gitmesi emredilmişti. Kapıyı kendileri açıp içeri girdiler. Prens başlığını çıkarmış ayakta bekliyordu.
“Ne oldu?”
“Bendim, Majesteleri. Dayınızın evindeki hırsız…”
“Orasını anladık zaten. Sadede gel.”
Hongbin kılıcını ve başlığını çıkarıp yeleğini çözmüş, iç gömleğini gevşetmişti. Yere oturdu. Aslında yan gelip yatmak istiyordu, lakin bu gergin havada cesaret edemedi.
Âlim Kim yutkundu. “Mektepteki birliğe girmek için yaptım.”
“Birliğe mi?” Genç Prens çok kısa bir an hayal kırıklığına uğradığını inkâr edemezdi. Zaten bir sonraki cümlesinde bu yüzüne ve sesine de yansıdı. “Benden habersiz mi?”
“Bana güvenmediler efendim. Sizi şaşırtmalıydım, yoksa başarısız olacaktım.”
“Baştan anlat şunu.”
Hongbin, Prens’e oturmasını işaret etti. O oturmazsa, Wonsik de oturmayacaktı ve gerçekten bayılacaktı.
Herkes aynı hizaya geldikten sonra Kim Wonsik biraz süre yüzündeki terleri silerek ve nefesini kontrol altına alarak düşündü. Kendini hiç iyi hissetmiyordu. “Mektepteki kardeşlerden birine birliği sordum. Tek yaptığım buydu. Beni iç odaya götürüp bir şeyler anlattı, lakin eminim ki bahsettiği şeyler birlik için çok basit şeylerdi. Birliğin adının Kırmızı Kamelya olduğunu öğrendim.” Parmaklarını aceleyle yenine soktu ve kırmızı norigeyi çıkardı. “İşte burada Majesteleri… Kamelya çiçeği sadakatlerinin simgesiymiş. Halka ve halkı hor görmeyenlere sadıklarmış.”
Prens uzun parmaklarıyla yuvarlak tahta parçasını tuttu. Elinin uyuştuğunu hissetti. “Bunun sende ne işi var?”
“Kabul edildim, efendim. Artık ben de birliğin üyesiyim.”
“Yuh ulan,” diye bağırdı Hongbin. Sonra sarayın içinde böyle konuşmaması gerektiğini hatırlayarak kendi ağzına vurdu.
“Tek seferde mi kabul ettiler seni? Bana hiç mantıklı gelmiyor bu söylediğin.”
“Öyle değil Majesteleri… Aslında… Bu yalnızca başlangıç olacaktı. Daha uzun bir süre birliğe girebileceğimi düşünmüyordum, bana görevi veren de böyle söyledi. Lakin sonra…”
“Sonra ne?”
“Bugünkü görevim dayınızın rüşvet kayıtlarını içeren defterini çalmaktı.”
“Kim Wonsik senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?”
“Evet, Hongbin. Doğru söylüyorum. Daha önce birlikten birisi, bir şekilde eve girip defterin birkaç sayfasını çalmayı başarmış. Lakin gerçek bir koz olabilmesi için tamamına ihtiyaç olduğunu söylediler. Ben de yaptım.”
“Yüzünü gören oldu mu?”
“Olmadı, efendim. Az daha yakalanıyordum gerçi, neyse ki birliğin muhafızları etraftaydı. Eğer onlar olmasaydı elçinin muhafızıyla karşı karşıya kalacaktım.”
“Elçinin muhafızı mı?”
“Herkes peşimden koşarken bir anda önümde beliriverdi. Onu etkisiz hale getirdiler. Mektebe gittiğimde her yer çok sessizdi. Avluyu ve koridoru yürürken öleceğim sandım. İç odada bana bu görevi veren âlim kardeşim ve… Âlim Cha vardı.”
Dinleyenler nefeslerini tuttular. Zavallı küçük norige Veliaht Prens’in sımsıkı kapanmış avucunda parçalanmak üzereydi. Wonsik devam edip etmemesi gerektiğini bilmiyordu. Sadece uyumak istiyordu.
“Durma.”
Emir onu bir süreliğine kendine getirdi. “Birliğin kurucusu olduğunu öğrenmek beni şaşırtmadı. Söylediğim gibi birliğin gördüğüm bütün üyeleri, onun en gözde öğrencileri. Titreyen ellerimi tutup bana teşekkür etti. Gelip size her şeyi anlatmamı istedi. Tomurcuklanan çiçekler açmaya mecburdur, dedi.”
Veliaht Prens eskilerde kalmış bu cümleyi duyunca irkildi. Gözlerini karşısındakinden çekip yanında oturan Hongbin’e çevirdi. “Yuh ulan.”

***
“Taekwoon! TAEKWOON! TAEKWOON KİME DİYORUM HUU!” Omzuna inen yumrukla kendine geldi delikanlı. Gözlerini kırpıştırdı. Yıldızlar kafasını karıştırmıştı.
“Efendim, abi?”
“İçen benim sarhoş olan sensin. Hayırdır?”
“Gülersin söylersem.” Sadece bu bile Jaehwan’ı güldürmeye yetmişti. Taekwoon’un hevesi kaçtı.
“Tamam tamam. Söyleyince gülmeyeceğim.”
“İşin gücün dalga geçmek…”
“Bu hayat koca bir şakadan ibaret. Gülmeyip de ne yapacağım, senin gibi alınıp bozulacak mıyım? Uğraşamam vallahi. Sen de uğraşma.” Delikanlı elindeki çöple toprağa şekiller çizmeye başladı. “Söyle hadi. Gülmeyeceğim. Sözüm söz.”
“Veliaht Prens var ya…” dedi Taekwoon. “Onu düşünüyordum.”
Karşılık çok ciddi bir sesle geldi: “Neden? Hoşlanıyor musun yoksa?”
Delikanlı iç çekip abisinin elindeki testiye vurdu. Jaehwan bu hareketi bir hakaret olarak algılamış gibi bozuldu. “Kadınları seviyorum ben.”
“Bir şey demedik be, ne vuruyorsun? Anlat hadi.”
“Ben tanıştım onunla. Pazarda.”
“Pazarda Prens’le mi tanıştın?” İçkisi dökülmesin diye sıkı sıkı tutarken kahkahalarla güldü. “Hiç güleceğim yoktu!”
“Doğru söylüyorum! İddialaştık. Beş taş oynadık, ben kazandım. Ödül olarak bana ipek yelek diktirdi.”
“Taşak mı geçiyorsun benimle?”
“Yalan borcum mu var sana ya? Kazanırsa başlığımı alacaktı, ama ben kaybetmesine rağmen verdim. Normal bir efendi sanmıştım. Şimdi ziyafette görünce anladım, kılık değiştirmiş o zaman. Zaten normal bir efendinin elin köylüsüne ipek yelek lütfettiği nerede görülmüş?”
“Ciddisin sen.”
“Öyleyim diyorum ya! Sarhoşsun diye mi geç basıyor kafan?”
“Kelleni almadığına dua et, üstüne bir de yelek vermiş! Hem de ipek!”
“Biliyorum. Benimle şakalaştı bir de. İyi bir kral olacak bence.”
“Yelekle şakayla olacak işler değil bunlar. Âlim Efendi eliyle yetiştirdiği iyi yürekli çocukların güç delisi hasta ihtiyarlara dönüşmesini izledi ömrü boyunca. Ama bana sorarsan benim temennim de odur. Kim olduğu önemli değil; memlekette bıraktıklarımın karınlarını doyurabilecekleri bir dünya versin bize, yeter.”
“Eve dönmeyi düşünüyor musun?”
Jaehwan gülümsedi, Taekwoon da “İstiyorum,” cevabına aynı tepkiyi verdi. “İstiyorum da… Fazla hayalini kurmamaya çalışıyorum. Yarına kim öle kim kala…”
***
Ming elçisi Hanyang’daki işlerini bitirip gitti. Bu süre zarfında Taekwoon kendisine göklerden bir hediye gibi gelen abisiyle kılıç talimi yapıyor; ondan yeni teknikler ve ağzıyla kuş sesleri çıkarmayı öğreniyordu. Birkaç kez ay ışığının altında oturup mürekkeple resim yapmayı bile denemişlerdi, lakin delikanlı fırçayı kılıç kadar maharetli tutamıyordu. Komik şekiller çizmekten başka bir şey yapamadığı ve öğretmeni onunla fazlaca dalga geçtiği için çok hevesli değildi.
Arada bir de pazara iniyorlardı. Taekwoon kendisine bile itiraf edemiyordu Doyeon Hanım’ı görmek istediğini. O yüzden hiç almadığı eşyaların ve yiyeceklerin arasında dolaşmaktan başka bir şey yapmadığı gezintilere olan düşkünlüğü alakasız gözüküyordu. Bu alakasızlığı kullanarak durumu az buçuk çözmüştü Jaehwan, yine de sesini çıkarmıyordu.
O gün hemen hedefe ulaşmak yerine, köyün ara sokaklarından yürüyerek gidiyorlardı. Sabah emir vermek ya da kontrol etmek için gelen giden olmamış, onlar da bunu tatil izni olarak düşünüp vakit öldürmeye karar vermişlerdi. Jaehwan yol boyunca çocukluk anılarını anlattı; kimi zaman kahkahalarla güldüler, kimi zaman ciğer dolusu iç çektiler.
Kiremit çatılı evlerin olduğu sokağa girdiklerinde delikanlının içini bir huzursuzluk aldı. Bir süre hiçbir şey yokmuş gibi yürümeye devam etti, lakin kılıcını tutan eliyle birlikte bütün vücudu hızla kasıldı. Konuşmaya devam eden abisine eğildi ve sessizce “Fark etmedin mi?” diye sordu. Kesinlikle peşlerinde birisi vardı.
“Senden önce fark ettim.”
“Ne yapacağız?”
“Şaşırtmamız laz-…” Cümlesi kınından çekilen bir kılıcın sesiyle yarım kaldı.

mavinot: Yorumlarınızı esirgemeyin lütfen. Eleştirilerinizi de bekliyorum. Bu hikayeden beklentileriniz nedir, sizce ilerleyen bölümlerde neler olacak? Teşekkür ederim okuduğunuz için!!

2 yorum:

  1. Nefes nefese okuyan bir ben çizelim şuraya
    Ravi'yi böyle korkmuş bir halde hayal edeceğim hiç aklıma gelmezdi ve ayrıca Jaehwan'ı ne güzel bir şekilde yorumluyorsun
    Gülümsedim endişelendim fırsat bulup daha önce okuyamadığım için içim yanıyor şu an

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Benim de yorumunu bu kadar geç gördüğüm için içim yanıyor. Teşekkür ederim çok :) Yeni bölümü ekledim ^^

      Sil