Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

29 Haziran 2017 Perşembe

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #6

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Vekil Efendi’nin ulağı, Âlim Cha’yla birlikte ulaşmıştı Prens Hazretleri’nin konutuna. Tuhaf bir sessizlikten sonra “İkisini de buyur edin,” emri geldi.
Ulak yerlere kadar eğilerek selam verirken, Âlim Efendi odanın bir köşesinde başını eğip bekledi. Dayısı, Prens’i o akşamki ziyafete çağırıyordu. Basit bir ziyafet değildi bu: Hem Joseon’un, hem kendisinin, eh haliyle bir de dayısının geleceği için oldukça önemliydi. Eğer Prens Hazretleri onu teşrifiyle onurlandırırsa kudretini kanıtlamış olacak, Ming’le ilişkilerini daha şimdiden sıkı tutacaktı. Vekil Efendi söz veriyordu, Veliaht Prens’i temsile yaraşır bir ziyafet hazırlamıştı. Her şey eksiksizdi.
Prens Sanghyuk göz ucuyla hocasının hiçbir şey belli etmeyen yüz ifadesine bakarken ulağın uzattığı kâğıdı aldı ve gidebileceğini söyledi.
“Ne var?” Âlim Cha yere bakmaya devam ederek Majestelerinin önüne geldi ve selam verdi.
“Özürlerimi iletmeye gelmiştim, Prens Hazretleri.”
“Hatalı olduğunuzu kabul etmek zor bir iş olmalı. Koskoca Âlim Cha Hakyeon, hata yapacağınıza kim inanır?”
“Bağışlayın Majesteleri. Lakin o gece gözlerinizi görür görmez anlamıştım hatamı. Yalnızca size kendimi nasıl affettireceğimi bulmak biraz vaktimi aldı. Affınıza sığınıyorum.”
Arkalığa sırtını yaslayan Prens yüzünde yarım bir gülümsemeyle yeri işaret etti. “Oturun da anlatın hadi.”
Hocası sakince bağdaş kurdu. “Aciz kulunuz sınavınızın yanıtlarını bulurken size yardım etmek ister. Bugün dayınızın verdiği ziyafet…”
“Bilerek mi gelmiştiniz?”
“Evet, Prens Hazretleri…”
“Boşuna gelmişsiniz. Gitmeye niyetim yoktu zaten.”
“Hayır, efendim. Size gitmeniz gerektiğini söylemeye gelmiştim.”
Prens Sanghyuk deminden beri oluşturmaya çalıştığı gergin havayı bir kenara attı. Omuzlarını düşürdü ve önündeki masaya dirseklerini dayayıp bir çocuk edasıyla dinlemeye başladı. Karşısında rahat davranabildiği tek insana numaraları sökmüyordu.
“Bu da nereden çıktı şimdi hocam?”
Âlim Efendi gülümsedi. Böyle daha iyiydi. “Kral Hazretleri size dayınızın davetlerine icabet etmeyin demedi.”
“Oraya gidip gülüp eğleneyim mi yani?”
“Siz Vekil Efendi’nin kozlarını bilmiyorsunuz, amaca giden yola hangi taşları döşeyecek daha görmediniz. Bu yüzden teftişe gitmelisiniz. Dayınızın yanında değil ensesinde olduğunuzu hissettirmelisiniz. Onunla bağları koparmak, bu kulunuza göre akıl karı değildir. Kendi çıkarını gözeten biri olsa bile, günü gelince ona da ihtiyacınız olabilir.” Prens parmaklarıyla şakaklarını ovuştururken gözlerini kapattı. “Benim işim size ne yapacağınızı söylemek değil, tavsiye vermektir. Gidip kendi gözlerinizle neyle karşı karşıya olduğunuzu görmek sizin yararınıza olacaktır Majesteleri.”
“Siz bir şeyler biliyorsunuz, haksız mıyım?”
“Çok söyleyen çok yanılır, Prens Hazretleri. Emin olmadan konuşmak ne kadar doğrudur?”
“Emin olmadığınız şeyler olmasa koşa koşa yanıma gelmezdiniz, Âlim Efendi.”
“Akıllı öğrenciler yetiştirmekle hata mı ettim ne? Pek çabuk yakaladınız.” Gülüştüler. Âlim Cha başını kaldırıp öğrencisinin gözlerine baktı. Yumuşacık ve aynı zamanda kararlı bakışları vardı. Onu böyle görmeyi çok severdi. “O vakit ipin ucunu vereyim sizin ellerinize. Geri kalan hiçbir şeyden emin değilim, lakin bu sabah Vekil Efendi’nin evine çuval çuval erzakla birlikte sandık sandık altın ve gümüşün girdiğini de gördüm. Kanımca gelen misafirin bir tek karnı aç olmayacak.”
Prens parmağını şıklattı ve hızlıca ayağa kalktı.
“Kâhya! Hazırlık yapın! Akşama Vekil Efendi’nin evine misafiriz!”
***
Plan belliydi. Veliaht Prens hediyeleri ve arkadaşlarıyla gidecekti. Yanlarına muhafız değil de güçlü kuvvetli birkaç hizmetkâr alacaklardı. Üç genç de kılıç dövüşünde oldukça başarılıydı, lakin yanına silah alacak tek kişi Efendi Lee olacaktı çünkü en az bir kılıç ustası kadar yetenekli olan tek kişi oydu. Elbette silahını uluorta taşımayacaktı.
Eğlence sırasında, dışarıda ve içeride Âlim Efendi’nin güvenlik amaçlı konuşlandırdığı muhafızlar da olacaktı. Böylece üç arkadaş birbirinden ayrılmaktan korkmadan evin içinde rahatça gezinebilirdi. Gerçi Veliaht Prens dikkat çekmemek için yerinden kalkmayacaktı. Bütün gözlerin onun üstünde olacağı aşikârdı.
Âlim Cha, Vekil Efendi’nin evine kendi hizmetkârlarını da bir şekilde sokmuş bulunduğunu söylemedi Prens’e. Her ne kadar ona yardım etmek istese de henüz oyun oynamakta ne denli kabiliyetli olduğunu bilmiyordu.
Saraydan çıkınca mektebe gidip görevi olanları tertipledi, sonra kendisini kapıda bekleyeni peşine takıp neşeli adımlarla hana indi. Yeninde yaverine vereceği hediye vardı.
Gökyüzündeki kızıl çizgiler birazdan çökecek olan karanlığın habercisiydi. Lakin Âlim Efendi güneş doğmak üzereymiş gibi hissediyordu.
Hancı kadın onları güler yüzle karşılayıp Taekwoon’un iç odada dinlendiğini söyledi. Cha Hakyeon, yanındakine bahçede kalmasını işaret edip hızla odaya girdi. Delikanlı karnının üstüne boncuklu bir başlık koymuş, elleri başının altında, sırtüstü uzanmış uyuyordu.
Efendisi bağdaş kurup oturdu ve nice zamandır tanıdığı bu güzel yüzlü çocuğu daha önce pek incelemediğini fark ederek incelemeye başladı. Dümdüz inen bir burnu, etli dudakları, dik elmacık kemikleri vardı. Bir de tıpkı bir kedi gibi bakan güzel gözleri… Teni de yüzlerine her gün bir sürü şey süren ve güneşten saklanmak için geniş başlıklarından uzun peçeler sallandıran hanımefendilerinki gibi süt beyazıydı. Sanki öz oğlunun güzelliğine bakıyormuş gibi içi sıcacık oldu.
Biraz kulağına doğru eğilerek “Taekwoon,” dedi usulca. Normalde daha şu kapının önünde durunca sesini duyup kalkan bu genç adam şimdi ona seslendiğinde bile hemen uyanamamıştı. Ağır ağır gözlerini aralayıp şaşkın bir şekilde tavana baktı. Gereğinden fazla uyuduğu için uyuşmuş gözüküyordu. Efendisini fark etmesi birkaç saniye aldı.
“Beyim,” derken çevik bir hareketle kalkıp diz çöktü. İçinden kucağındaki şapkayı karşısındakine fark ettirmeden bir köşeye fırlatmak geliyordu, lakin kıyamadı. Özenerek boncuklarını içine topladı ve yüklüğün üstüne bıraktı.
“Nereden çıktı o?”
Delikanlı derin bir nefes aldı, göz ucuyla efendisinin yüz ifadesini kontrol etti. “Yolda buldum,” dedi önce ve anında pişman oldu. “Hayır, beyim. Pazardan aldım.”
“İyi yapmışsın, bir gün giy de ben de göreyim.” Dalga geçmiyordu. Bugüne kadar hemen her kelimesinde olduğu kadar bu sözlerinde de samimiydi. Taekwoon azarlanmayı beklemiyordu, tek beklediği ufacık bir “Neden?” sorusuydu. Lakin o bile gelmemişti. Sadece bir onaylama duymuştu kulakları. Tam da ihtiyacı olan şey…
Küçük bir çocuk gibi sağ gözünü ovuşturdu. Aniden gelen rahatlama beden diline de yansımıştı. “Peki,” diye mırıldandı.
“Şimdi vaktimiz yok. Akşam Vekil Efendi’nin evinde verilen ziyafette bulunmanı istiyorum.”
“Emriniz başım üstüne beyim.”
“Ziyafette koruman gereken insanlar var. Gerekirse kılıcını çekmekten korkma, yine de mümkün olduğunda insanları yaralamaktan sakın. Bir şey olacağını zannetmesem de tedbiri elden bırakmamak lazım.” Delikanlı başıyla onayladı. “Bu gece yalnız olmayacaksın. Hatta bu geceden sonra pek yalnız olmayacaksın desem daha doğru. Sana daha önce kılıç kardeşi olmakla ilgili öğrettiklerimi hatırlıyor musun?”
“İkiz kılıç gibi olmak demektir. Ayrı bedende olsalar da asla ayrı hareket etmezler, biri ölürse diğeri sağ kalmaz. Birinden kan akarsa, diğerinden de akar. Öz kardeş olmaktan daha mühimdir.”
“Aferin sana, iyi bir öğrencisin.” Taekwoon gülümsedi. “Bugün seninle tanıştırmak istediğim birini getirdim yanımda. Hadi gel.”
Birlikte hanın bahçesine çıktılar. Uzun boylu, geniş omuzlu, mavi giyinmiş bir adam arkasını dönmüş, sokakta koşuşturan çocukları izliyordu. Delikanlı yeni bir efendiyle tanışacağını düşünerek başı eğik yaklaştı ona. Âlim Cha “Birbirinize selam verin,” dedi. Adam onlara döndü. Başı eğik olduğundan, Taekwoon önce parmaklarındaki yüzükleri gördü. Sol elinde iki, sağ elinde bir yüzük vardı. Çok tanıdıktı.
“İsmim Taekwoon beyim, emrinizdeyim,” derken başını kaldırdı. Ezbere bildiği yüz hatlarını görünce şaşkına döndü. Daha yeni uyandığı için mi yoksa bu kadar şaşırdığı için mi başı dönüyordu, anlayamadı. Efendisine baktı. Sarhoş adam efendi miydi yani? Taekwoon onu mu koruyacaktı? Korkmuştu, çünkü şu handaki tek arkadaşı o olmuştu hep ve sarhoş halleriyle alay ettiği de çoktu. Hem arkadaşını kaybedip hem de sürekli diken üstünde olmak istemiyordu.
Âlim Efendi ve şu an hiç de sarhoş olmayan sarhoş adam gülüştüler. Cha Hakyeon yumuşak elini kaldırıp yanındakinin omzuna koydu. “Bey değil, kılıç kardeşim diyecektin herhalde. Daha doğrusu kılıç abim.”
Delikanlı hiçbir şey anlamamıştı. Kendini bir aptal gibi hissediyor, bu yüzden öfkelenmeye başlıyordu. Diğeri bunu fark edince konuşmaya dâhil oldu. “Memnun oldum Taekwoon,” dedi. “Ben Jaehwan. Tanıyorduk birbirimizi, lakin tanışma fırsatımız olmadı. Bundan böyle birlikteyiz, kılıç sallarken gülüp eğlenirken de.”
Kendisi tek bir kelime edemeden Âlim Cha gitmesi gerektiğini söyledi. “Bir saate Vekil Efendi’nin evinde olun. Jaehwan sen planı bizim oğlana anlatırsın. Hadi bakalım kaynaşın biraz.”
“Peki beyim.”
Arkasını dönmüş, küçük bir kuş gibi ilerlemeye başlamıştı ki hemen geri döndü. “Ah Taekwoon… Sana şeyi vermeyi unuttum.” Elini yenine soktu ve biraz karıştırdı. Aradığı her neyse, bulmakta zorlanmıştı. “İşte burada. Al bakalım.” Küçük, kırmızı bir norige tutuyordu elinde. Delikanlı yanına gidip almak için uzandı. “Bu norigeyi üstünden hiç çıkarma,” diye uyardı efendisi. “Ne giyersen giy, bunu da takmalısın. Artık sen de birliğimizin bir üyesi oldun.”
“Beyim…” Sesinde ufak bir dalgalanma oldu. Titremiş miydi yoksa? “Teşekkür ederim. Yüzünüzü kara çıkartmayacağım. Minnettarım, beyim.”
Âlim Efendi yaverinin eğilip duran başını şöyle bir sevdi. “Yarın gelirim. Dikkatli olun.”
Birkaç dakika sonra iki delikanlı sundurmada yan yana oturmuş ne diyeceklerini bilmeden hancı kadının kazanlar ve içkiler arasında koşuşturmasına bakıyorlardı. Hanın birkaç saat önce bir olan müşterisi şimdi bin olmuştu. Gürültü başlıyordu. Şu kadına bir yardımcı lazımdı.
“Abi mi?” dedi Taekwoon birdenbire. “Oysa ben sana hep amca demiştim.”
“Öyle mi?” diye güldü Jaehwan. “Bir kere amca deyişini hayal meyal hatırlıyorum. Sarhoşken kafam pek yerinde olmuyor, yaşlı da gözüküyor olabilirim.”
“O kadar içkiyi nasıl kaldırıyorsun? Ben seni hiç ayık görmedim.”
“Ayıkken mektepte olurum ya da görevde.”
“Abi mi diyeceğim sana şimdi?”
“Niye, beğenmedin mi?”
“Ondan değil. Tuhaf sadece.” Aynı anda iç çektiler. “Ama… Sahiden hatırlamıyor musun sarhoşken olanları?”
“Evet.”
“Hiç mi?”
“Hiç.”
“Çok şükür.”
“Neden? Hatırlamamam gereken bir şey mi var?”
Taekwoon odasındaki sandığa sakladığı resmi düşünerek “Hayır,” dedi. “Ne olabilir ki?”
“İyi o zaman.”
“O değil de bu akşam kimden sorumluyuz, abi?” Bu kelimenin getirdiği ağırlık havaya çöktü. Gerçekten tuhaftı. Bugüne kadar pek kimseye böyle seslenmemişti.
Jaehwan yüzünde şirin bir gülümsemeyle yanındakine baktı. “Veliaht Prens,” diye fısıldadı. “Ve dostları.”
***
Efendi Lee en fiyakalı esvabını çekmiş, kılıcını sırtına asmış, kasılarak girdi Prens’in konutuna. Âlim Kim çoktan gelmişti. Hongbin içeri girer girmez, Prens Sanghyuk’un oldukça heyecanlı olduğunu ancak Wonsik’in etrafından habersiz ve oldukça dalgın olduğunu fark etti. Prens duygularına kapılıp gittiği için mi fark edememişti, yoksa görmezden mi geliyordu emin olamadı. Kurcalamanın zamanı olmadığına karar verip şimdilik bir şey sormaktan vazgeçti.
Planın üstünden bir kez daha geçip iki hizmetkârla birlikte yola çıktılar. Ziyafet kalabalıktı ve üç arkadaşın sevmediği pek çok insan vardı. Vekiller, saray görevlileri, tercümanlar, tüccarlar… Bu insanların en aşina olduğu genç Veliaht Prens’ti elbette, lakin onlara en aşina olan işi dolayısıyla sık sık aralarına karışmak durumunda kalmış olan Efendi Lee’ydi. Âlim Kim de babasının saraydaki işinden dolayı orada bulunan pek çok adamı tanıyordu. Bir de gisaengler dolaşıyordu ortalıkta. Onları kimse tanımıyordu, tanımak da istemiyorlardı. Tek istedikleri kalabalık ve gürültü arasında bir tanesini kapıp eteğinin altına girmekti.
Prens Sanghyuk büyük bir coşkuyla karşılandı. Başköşeye oturtuldu. Arkadaşlarından işte o zaman ayrıldı, diğer gençler normal misafirlerin arasına sıkışmak zorunda kalmıştı. Ne de olsa davet edildikleri söylenemezdi…
Vekil Efendi aslında asık suratlı Ming elçisi ve onun yanında bebek gibi gözüken Veliaht Prens’in muhabbet etmesi için sürekli bir çaba gösteriyordu. Yakında sarayın sahibi, ülkenin kralı olacak kişinin dayısı olmakla hava atıyormuş gibi bir hali de vardı. Çabası pek meyve vermedi, lakin neşesini hiçbir şey eksiltemedi. Eğer Kim Wonsik kafasını o ana verebilseydi, bu neşeyi gerginliğini örtmek için kullandığını söylerdi.
Lakin o, orada değildi. Önündeki mezeleri tane tane yiyor ve uzun uzun çiğniyordu. İçkisini de azar azar içiyordu. Kafasını fazla çevirmeden, daha çok gözlerini kullanarak bahçesinde oturdukları büyük evin giriş çıkışlarını öğrenmeye çalışıyordu. Bir de düşünüyordu, yüzünü karartacak kadar derin…
Gece ilerledikçe misafirler oraya buraya dağılmaya başladılar. Birkaç sarhoş adam masaların ortasında gisaenglerle dans ederken, onlardan biraz daha ayık olanları başka gisaengleri alıp bahçenin dip köşelerine ya da odalardan birine götürmeye çalışıyordu. Henüz çakırkeyif olanlar sohbet ediyorlardı. Efendi Lee onlardan biriydi. Tüccarlar ve saray görevlilerinin tam ortasına oturmuştu. İki tarafın konuşmalarına da ayak uyduruyor, onlardan biri gibi gözükebiliyordu. Zaten o gece bunu yapabilen tek kişiydi.
Prens Sanghyuk çok içiyormuş gibi görünmesine rağmen az içmiş, ama bolca yemek yemişti. Etrafında olup biteni iyi gözlemlemiş ve arkadaşlarıyla sık sık göz teması kurup küçük işaret alışverişleri yapmıştı. Onun rolü yalnızca oturmaktı, lakin çok daha fazlasını yapmak için yanıp tutuşuyordu.
Bir ara kafasını çevirip baktığında Wonsik’i yerinde bulamadı. O sırada Hongbin de buna şaşırmış durumdaydı. Birbirlerine bakıp omuz silktiler.
Misafirlerden bazıları gitti, çok az bir kısmı. Etraf hala oldukça kalabalık gözüküyordu. Vekil Efendi, Prens iştahla bir çorbayı başına dikerken elçiye doğru eğilip kulağına bir şey fısıldadı. Efendi Lee başıyla onları işaret edince çorba kâsesini ağır ağır bırakıp ellerini karnının üstüne koydu Veliaht Prens. Demek zamanı gelmişti.
“Biraz vaktinizi almak isterim,” dedi asık suratlı adama. “Bahçede biraz yürüyüş yapmaya ne dersiniz?”
Hem dayısı, hem de elçi oldukça şaşırdılar. Yürüyüş için ayaklandıklarında Vekil Efendi de onlara katılmak istedi. Lakin Prens Sanghyuk gelmemesi gerektiğini hiç dolandırmadan açık açık söyledi. Ming elçisi sinirlenmişti, yine de sesini çıkartmadı. Hongbin de Wonsik’in nerede olduğunu merak ederek onları uzaktan takip etmek üzere ve yanındakilere helaya uğraması gerektiğini söyleyerek kalktı.
Aslında Âlim Kim evin içine girişinin bu kadar ani olmasını planlamamıştı. Daha çok göstere göstere, arkadaşlarına haber vererek yapmak istemişti. Ancak korkmuştu. Birden kalkmazsa, asla kalkamayacağını hissetmişti. Sofradan yürüyüp en uzak kapıdan içeri nasıl girdiğini kendisi de pek hatırlamıyordu bu yüzden.
Evin içi karanlıktı. Bir tek mutfaktan sesler geliyordu. Ne yapması gerektiğini tam olarak bilmiyordu, kendisine söylenen odayı bulup hemen dalmalı mıydı, yoksa biraz daha araştırıp beklenenden daha fazla şey bulmak için mi uğraşmalıydı? Ürkek adımları bu sorunun cevabıydı. Üç kapı sayıp soldaki dördüncü odanın kapısının önünde durdu.
Nefeslerinin çok gürültülü olduğunu fark edip ciğerlerini havayla doldurdu ve tuttu. Parmaklarını kâğıt kapıları aralamak için uzattı. Birden çok yakından gelen bir kadın sesi duydu. Yüksek sesle kitap okuyordu. Hayır, şiirdi bu. Hüzünlü kelimelerle bezenmiş, uzun mısraları olan bir güz şiiriydi. Lakin okuyan kadının sesi öfke doluydu. Sanki dili bir kılıçtı da gözleri kararmış halde dinleyene doğru savurup duruyordu.
Wonsik odaya girip dağıtmadan etrafı aramaya başladı. Her yere baktı; masalara, çekmecelere, pencere kenarlarına, yüklüğün içine, hatta masaların altına elini sokup orayı bile kontrol etti. Yoktu. Telaş ve hüsran içinde ayağa kalkıp kendi çevresinde döndü. Belki de bu kadar derin aramamalıydı. Birden ayağının altındaki döşemenin gıcırdadığını fark etti. Tabii ya…
Eğildi ve yelpazesinin içine sakladığı bıçaklardan birini çıkarıp döşemenin ucunu kaldırdı. Koyu kahverengi kapaklı bir defter orada duruyordu. Kalbi üç kat daha hızlı çarpıyordu şimdi. Defteri alıp beceriksizce yeleğinin içine sokuşturdu, bıçağı da yelpazeye yeniden sıkıştırdı. Kadının sesinin kesildiğini fark etmemişti. O kadar heyecanlıydı ki döşemeyi hızlıca yerine oturtmak gibi bir hata yaptı.
Doğrulurken kapının önünde ince bir siluet gördü. Bir kadın… Evin hanımı olmadığı belliydi. Dimdik duruşundan ve kabarık eteğinden Vekil Efendi’nin kızı olduğunu düşündü. Işık nereden geliyordu? Kendisinin gölgesi de dışarıdan gözüküyor muydu?
Arkasına baktı. Bahçeye açılan bir kapı vardı. Şimdi kaçmak mantıklı mıydı? Belki de hanımefendi gidene kadar beklemeliydi, kendisini görüp görmediğini bilmiyordu sonuçta. Evet, öyle yapmalıydı.
Nefesini tuttu ve kıpırdamadan durdu. Lakin siluet de aynı şekilde bekliyordu. Âlim Kim’in kulaklarında bir uğultu başladı. Ön kapıdan çıkıp onu şaşırtsa daha mı kolay olurdu?
“Kim var orada?” Delikanlı hareketsizlik kararını elinde olmadan bozup yerinde sıçradı. “Çıkın dışarı! Kim var orada?” Anlaşılan odadaki yabancı, okuduğu şiirden daha çok öfkelendirmişti Küçük Hanım’ı. Kapıya doğru uzandı.
Artık düşünecek vakti kalmayan Wonsik arka kapıyı açıp dışarı atlayıverdi. Arkasından içeri giren hanımefendi “Yakalayın! Hırsız var!” diye çığlık çığlığa bağırıyordu.
Âlim Kim bahçe duvarlarının yakınında koşup alçak bir noktadan diğer tarafa atlamayı düşünürken, kadının çığlıklarını misafirlerden kimsenin duymayacağını umut ediyordu.
Arkasında ayak sesleri ve “Dur!” emirleri çok geçmeden duyulmaya başlandı. Onlar daha fazla yaklaşmadan duvara tırmandı. Tam atlarken birinin ayağına dokunduğunu hissetti. Daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştı ya da böyle bir durumun ortasında kalmamıştı. O hep sakin bir çocuk ve aklı başında bir genç adam olmuştu. Gözleri doldu ve görüşü bulanıklaştı. Kendini nasıl açıklayacaktı dostlarına? Keşke her şeyi gelmeden anlatsaydı.
Karşısına çıkan ilk köşeden döndü. Böylesine titreyen bacaklarla koşmak çok zordu. Zaten zar zor görüyordu.
Sonra birinin toprakta kayarak biraz ilerisinde durduğunu gördü. Yüzünü görmesin diye başını eğdi. Arkaya dönemezdi, dönerse yakalanırdı.
Hasmı kılıcını çekti. Boğazına takılan yumruyu yutmaya çalıştı. Anlaşılan bir hırsız olarak ölmesi gerekecekti. Yine de son ana kadar emaneti vermemeliydi. İçindeki bıçaklardan birini alıp yelpazesini yeleğinin içindeki deftere bastırdı. Öne doğru atılıp şansını deneyecekti. Tam o anda yan evin çatısından bir gölgenin atladığını gördü. Bu gölge ikisinin arasına bir kuş kadar zarif ve bir kaplan kadar sağlam bir biçimde konuverdi. Kılıcını çekti.
“Başınızı eğin beyim,” dedi tanıdık bir ses. “Ve arkamdan ayrılmayın.”

mavinot: Bayram sebebiyle gereğinden fazla gecikmiş yeni bölümü beğenmiş olmanızı umuyorum!!! Lütfen yorum bırakın, yorum bırakmak için giriş yapmanıza gerek yok. Yorumlara gerçekten ihtiyacım var. Teşekkür ederim! Eleştirilerinizi bekliyorum~

4 yorum:

  1. yapacağım yorumların hepsini o son cümlede unuttum. umarım düşündüğüm kişi gelmiştir çünkü zıplayıp tavandan avize sökesim var şu anda.
    alim efendi ne iş peşinde bir emin olsam içim rahatlayacak. güvenemiyorum. prense gelince, onda nedense çocuksu bir hava görüyorum, ama iyi anlamda. harcanmasa bari.
    bu gençler pırıl pırıl hayatlar yaşasın istiyorum, bu hayatlar kaç bölüm sürer sevgili mavi? (hikaye süper gidiyor, ne kadar uzun olacak diye sormaya çalışıyorum.)
    zaman alması önemli değil, sen yaz yeter mavim. ellerine sağlık. bayıla bayıla okuyoruz, hiç kuşkun olmasın. bir sonraki bölümde de böyle sağlam bir performans bekliyoruz!

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Umarım avizeyi sökmemişsindir ahahaha :D Bu hayatlar kaç bölüm sürer tam olarak bilmemekle beraber uzun, hem de baya uzun bir macera olacağından eminim. Birlikte sonuna kadar gidebilmeyi diliyorum. Teşekkür ederim, sağlam performansları ben de kendimden bekliyorum. Tekrar teşekkürler!

      Sil
  2. Son saniyelere doğru nefesim kesildi ve şu an ne yazacaktım hepsini unuttum . Kısaca toplayabildiğim kadar yazıcam sanırım . Jaehwan'ın o sarhoş adam olduğunu hiç düşünmezdim . O kadar dikkat etmemişim ki o adama şok oldum resmen Jaehwan olunca ve abi mi Jaehwan abi sevdim ben bunu
    Ayrıca Wonshik beni telaşlandırdı endişelendim resmen burda nefesimi tutuyordum az kalsın
    Ayrıca Hakyeon ile Taekwoon arasındaki ilişkiyi böyle güzel yansıtman çok hoşuma gidiyor
    Söyleyeceklerimi toparlayamadım galiba ama yine de şunu aöylemeliyim ki sabırsızlıkla diğer bölümü bekliyorum ♡

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ay Jaehwan'ı tahmin edememiş olmana sevindim! Wonsik beni de telaşlandırıyor aslında~ Teşekkür ederim!! Ben de sabırsızlıkla bekliyorum. Bir sonraki bölümde görüşmek üzere ^^

      Sil