Bu hikaye, VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
Az ilerdeki çalıların arasına sakladığı yük arabasına
baktı göz ucuyla. Dünyanın belki de en hafif adamını öldürmüştü bugün.
Efendilerin baş koyduğu bu yolda, bedeni gibi ehemmiyeti de oldukça hafifti.
İsmini bile bilmiyordu, birkaç gün sonra ehemmiyetinin ağır olduğunu düşünen
insanlar da hatırlamayacaktı. Tıpkı bir gün ölürse, kendisine olacağı gibi…
Uçan sineğin sesini dahi duyabilmek için, olabildiğince
az nefes alıyordu. Ayakları o kadar hazırdı ki, koşmaya başlasa aslında hiç
durmamış zannederdi insan. Öyle usulca basıyordu ki yere, toprağın bile haberi
yoktu. Buluta benziyordu, ama gölgesi düşmüyordu yere.
Tam tepesine dalları eğilen ağaçtan bir çıtırtı geldi,
nefesini hepten tuttu. Sonra bir kuşunkinden ayırt edilemeyecek o güzel şakıma
duyuldu. Vakit gelmişti. Peçesini düzeltip yük arabasına koştu.
Ziyafetin en can alıcı, en civcivli yerinde; helanın
çatısından bir ceset düştü avluya. Peşinden de ağır ağır bir kâğıt parçası
süzüldü.
Gisaengler çığlıklar atarak kaçışıyor, konuklar
şaşkınlıkla yerdeki kanlı bedeni işaret ediyorlardı. Yere düşen efendiler,
kırılan bardaklar, dökülen meyler arasında yüzü kararan evin beyini gördü
Taekwoon. Yeninde sakladığı diğer kâğıdı çıkarıp tam onun ayağının dibine
düşecek şekilde atıverdi.
Artık işi bitmişti, gitmeliydi. Fakat yapamadı. Bir
ayağını ineceği yere yaslayıp eğilerek izledi. Gönderdiği mektubun düşmanın
eline geçtiğini, üstüne bir de en iyi hizmetkârını kaybettiğini anlayan efendi
rüzgârda kalmış bir yaprak gibi tir tir titriyordu. Gırtlağı sökülürcesine
haykırıp avlunun ortasına koştu. Taekwoon ne görmeyi umduğunu bilmiyordu, ama
efendi zaten ölü olan hizmetkârına ardı ardına tekmeler sallayınca sol
kulağının arkasında derin bir sızı hissetti.
O efendiyi öfkelendiren kâğıt parçası gibi süzülerek
aşağı indi. Hatasız bitirmişti.
***
Aslında Kraliçe’nin erkek kardeşi, Veliaht Prens’in
dayısı olan efendinin ayağına atılan o pusula ufak bir uyarıdan ibaretti. Fakat
sesini kesmeye yetmedi.
Ertesi gün sarayda, özellikle Kraliçe’nin konutunda
“yapılan bu saygısızlık” epeyce konuşuldu. Aynı zamanda vekil olan efendi,
ablasının eteklerine kapanarak bunun hesabının sorulmasını rica etti. Kraliçe
kendisine yakışır bir nezaket ve ağırbaşlılıkla sorumluların bulunması için
elinden geleni yapacağını söyledi, ancak açık bir şekilde ayağını denk alması
gerektiğini de buyurdu.
Vekil Efendi suratı beş karış saraydan çıkarken Kral
Hazretleri çoktan olup biteni duymuş ve tatmin olmuştu. Veliaht Prens ise
oldukça üzülmüştü.
“Dayım nasıl işler karıştırıyor, anlamıyorum,” diyordu
hocasına. “Kulağıma çalınan şeylerin doğru olmamasını umuyordum, lakin dünkü
hadiseden sonra ne düşüneceğimi şaşırdım.”
“Prens Hazretleri.” Hocasının bu uyarı dolu ses tonu azar
azar düşen omuzlarını dikleştirdi bir anda. “İnsanoğlu her şeyi düşünebilir…”
Genç prens araya girerek tamamladı: “Düşünebilir, lakin
her şeyi dillendirmemelidir.”
Âlim Cha, öğrencisini başıyla onayladı. “Kimin ne zaman
dinlediğini bilemeyiz. Bilhassa siz çok daha dikkatli olmalısınız.”
“Beni sizden başka dinleyen mi var sanki? O insanlar
yalnızca laflarımı bir yerlere götürmekle meşguller. Sizin gibi her kelimeme
değer verip sahip çıkan, anlayan var mı başka? Nasıl olur da sizin karşınızda
otururken içimden geçenleri söylemeden durabilirim?”
Âlimin şen kahkahası çınladı odada. “Kral Hazretleri de
tıpkı böyle söylemişti,” diyerek iç çekti. “Ondan önceki Kral Hazretleri de…”
Prens şaşkınlıkla kaşlarını çattı. “Âlim efendi, yaşınız
epey olmalı.”
“Ben de onu diyorum, yaşlandım vallahi. Dinlemek benim
için bir onur, lakin benim sözlerim üç nesildir hiç dinlenmiyor. Bir
kulağınızdan girip öbüründen çıkıyor besbelli. Kimse laflarıma değer verip
sahip çıkmıyor anlayacağınız. Bu kulunuz yalnızca bir âlim değil, üç nesil
yetiştirmiş bir âlimdir. Acizliğim su götürmez, lakin öğütlerim majestelerinin
yararınadır.”
Hocasının darıldığını hissederek “Haklısınız,” dedi
Prens. “Kulağıma küpe edeceğim.”
“Dayınıza gelince… İstediğinizi düşünmekte serbestsiniz.
Henüz olup biten bir şey yokken düşüncelerinizi uluorta yerde dillendirmeyin ya
da bir şey yapmaya kalkışmayın. En önemlisi… Sabır göstermeyi öğrenin. Zamanı
gelince kulunuz sizi can kulağıyla dinleyecek.”
Kısa bir sessizlik hâkim oldu. Avludan iki genç adamın
konuşmaları duyuldu. Âlim Cha derin bir nefes alıp konuyu toparlamaya girişti.
“Bugün Kraliçe Hazretlerini ziyarete gitmeniz uygun olur,
Majesteleri.”
“Edeceğim,” diye onayladı Prens.
“Müsaade buyurursanız mektebe gitmek isterim.”
“Çıkabilirsiniz.”
Hocası odadan çıkarken, arkadaşları giriyordu odaya. Genç
adamlar aynı zamanda kendi hocaları da olan âlime selam verdiler. Öğütlerinin
birden üçe yayılacağına sevinen Cha Hakyeon, kendisini handa bekleyen yaverine
neşeli adımlarla gitti.
***
“Taekwoon-ah!” Sofranın altında beklettiği kılıcına
uzanırken kimin seslendiğine baktı. Kendi efendisinin sesini tanıyamayacak kadar
dalmış olması büyük hataydı. Ayağa kalkıp selam vermek istedi. Âlim Cha omzuna
elini koyarak onu durdurdu.
Başını eğerek “Beyim,” demekle yetindi.
“Böyle oturmuş ne düşünürsün?” Cevap vermedi, cevap
verilecek bir şey yoktu. Efendisi sofradaki dolu kâselerden birine dokundu. “Bir
lokma bile yemeden soğutmuşsun bunları.”
“İştahım yok beyim.”
Soğuyanlar alındı, yenileri geldi. Efendi afiyetle
yerken, yaveri usulca oturdu.
“Yemezsen ben yiyeceğim,” uyarısıyla ancak eline alabildi
kaşığı. Yutmakta zorlanıyordu, o yüzden bol bol çiğnedi.
Âlim Efendi aslında onun sıkıntısının farkındaydı.
Karnını doyurduktan sonra uzun uzun öksürüp ne söylemesi gerektiğini düşündü.
“Küçük Bey’le tanışmanı çok isterim Taekwoon.” Prens’e
halk arasında böyle hitap ediyorlardı. Yaverin lokması boğazında kalıyordu az
daha. Hanedandan biriyle tanışacaktı, öyle mi? Hem de Veliaht Prens’le… Akıl
alır şey değildi. Soylular bile saraya elini kolunu sallayarak giremezken, alt
sınıftan biri nasıl girecekti?
“Beyim, nasıl olur?”
“Nasıl olur, ben de bilmiyorum. Lakin eminim tanışınca
her şey daha anlamlı olacak senin için. Niçin gölgelerde gizlendiğimizi
göreceksin ve hak vereceksin.”
“Sebebini bilmeme gerek yok,” dedi yaver. “Emriniz neyse
yerine getirmek vazifemdir. Arkasını düşünmek haddim değildir beyim.”
Efendi acı acı güldü. “Bir insan değişmez de, bu kadar mı
değişmez yahu?” Taekwoon utandığını hissederek kaşığı sofraya bıraktı.
Güneşin tam tepede olduğu vakitti. Han iyiden iyiye
dolmaya başlamış, pazar yeri hepten kızışmıştı. Az ötede oturan sarhoş adam
sızmak üzereydi, sessizce bir şarkı mırıldanıyordu.
“Şu adama çorba verin de ayılsın,”diye bağırdı Âlim Cha
yüzünü buruşturarak. “Gündüz gözüyle de böyle sarhoş olunur mu? Ayıp denen bir
şey var.” Yeninden hem Taekwoon’un, hem kendisinin, hem de sarhoş adamın
yemeklerinin parasını çıkarıp sofraya bıraktı. Yaverinin omzuna dostça dokunup kalktı.
“Mektep beni bekler.”
Taekwoon bu defa onu ayakta selamlamakta gecikmedi.
Etrafındaki her bir şeyi zevkle inceleyerek yürüyen efendisinin arkasından iç
çekerek baktı.
Nedense yüzümde bir gülümsemeyle okudum . Daha ilk bölüm olduğu için neler olacağını tahmin edemiyorum ama roller cidden bu kadar uyar . Hakyeon ve Taekwoon sanki bu roller için varlar . Yeni bölümü sabırsızlıkla bekliyorum
YanıtlaSilBeğenmene çok sevindimm. Yarın inşallah yeni bölüm geliyor ^^
Sil