Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

19 Ağustos 2017 Cumartesi

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #11

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Günler birer birer değil de beşer beşer gider gibiydi. Taekwoon mektep, karargâh ve han arasında mekik dokurken; tüm hissedebildiği güneşin doğuşu ve batışıydı. Neredeyse kucak kucağa uyuduğu abisiyle bile iki çift laf edemiyordu.
Ezberleri hemen tamamlamıştı, lakin efendisi yeni yeni ezberler yüklüyordu sırtına. Karargâhta talim yaptırdığı beceriksizler ordusuna da her gün yeni yeni insanlar geliyordu. Beceriksiz oldukları kadar azimli olmaları işi kurtaran tek şeydi.
Hem babasının yanında çalıştığı, hem de kendi kendine kılıç öğrenmeye uğraştığı günlerde bile bu denli yorulduğunu hatırlamıyordu. Özellikle boynu çok ağrıyordu, kitaplara eğilmeye alışık değildi.
Jaehwan ise Âlim Kim’in peşinde dolaşıyordu. Gidiş gelişleri sıklaştıkça saray da bütün cazibesini kaybetmeye başlamıştı. Güzel bahçeleri, kafası hep öne eğik şirin hizmetkârları, küçüklü büyüklü şakacı muhafızları olan fazlasıyla sessiz ve ciddi, kocaman bir eve benziyordu yalnızca. Aslında ev demek de yanlıştı. Ev dediğin sıcacık olurdu, insan içeri girince yüreği dinleniverirdi.
Mesela Âlim Kim’in evi tam da öyle bir yerdi. Bu süre zarfında en çok uğradıkları yerlerden biri de orası olmuştu. Kapıdan adımını atar atmaz, bahçesinde biraz şekerleme yapmak gelmişti içinden. Mutfaktan gelen iştah açıcı kokuları alınca tıka basa karnını doyurmak, sundurmada oturmuş resim yapan kızla şakalaşmak istemişti.
Kendine hâkim olmak için ayak tabanlarına yüklenmiş, toprağa sabitlenmişti.
“Abi,” demişti Kim Wonsik. Jaehwan bu şekilde rahat etmeyeceğini belli ettiği halde kendisine böyle seslenmeye başlamıştı. “Karnın acıktı mı?” Kılıç ustası yüzünde kocaman bir gülümseme belirmesine engel olamadı. “Jiwon, sen içeri geç.”
“Şunu bitirmeden hiçbir yere gitmeyeceğim.”
Âlim Kim’in hemen suratı asıldı. “Jiwon, lütfen.”
Genç kız başını kaldırdı, burnunun ucunda yeşil boya vardı. Gözünün ucuyla abisinin ardında duran adama baktı. “Bence bu kişinin bana karşı en ufak bir ilgisi yok.”
Jaehwan saygısızlığın dozunu kaçırmamak için tutamayacağını bildiği kahkahasını arkasını dönerek bıraktı. Wonsik homurdandı. “Kusura bakma.”
“Küçük Hanım haklılar, beyim. Şu an yalnızca bu nefis kokulu yemekler ilgimi çekiyor.”
O gün için bu yalan değildi. Sonraki günlerde Jiwon ve Jaehwan çok yakın arkadaş olmuşlardı. Wonsik açıkça bu durumu kıskanmasına rağmen abisinin kötü niyetli olmadığını anlaması uzun sürmedi. Birlikte resimlerden, şiirlerden bahsediyorlardı yalnızca. Kendisini de çekiştiriyorlardı arada. Lakin dinlerken o bile eğleniyordu.
Veliaht Prens ve Hongbin toplantıları sırasında odada dört kişi bulunmasına alışmakta zorlanmışlardı. Sürekli bir şeyler saklamaları gerekiyormuş gibi hissediyorlardı.
Prens Sanghyuk, hocasının çok çok kısa süren ziyareti sırasında bunu da dile getirmişti. “Şu yeni muhafızı göndermenize gerek yok sanırım.”
Âlim Cha’nın yüzünde o bilmiş ifadesi belirivermişti. “Majesteleri, birliğimiz zatıâlinize sadık kullardan oluşmakla beraber; şu an içinde bulunduğumuz durum iki tüccarın yaptığı ortaklıktan farksızdır. Siz nasıl değerli bir dostunuzu kulağınız olarak içimize soktuysanız, benim de değerli bir adamımı sizin yanınıza göndermeye hakkım vardır. Bu size güvenmiyor oluşumdan ziyade güvenmek isteyişimin bir göstergesidir.”
Genç Prens yine bozulduğunu belli etmemeye çalışarak başını sallamıştı yalnızca.
Her şey çok hızlı olup bitiyor gibi gözüküyordu. Lakin olan biten hiçbir şey yoktu ve süreç hızlı falan da değildi. Yine de herkes büyük bir hevesle tutunmuştu yaptıkları işe. Efendi Lee bile resmi olarak hiçbir işi olmamasına rağmen sabahları heyecanla uyanıp saraya koşuyordu.
Âlim Jang Sangshin gülerek “Sanki kocaman bir aileyiz de kızımızı prense veriyoruz,” demişti. Taekwoon da odadaydı ve bunu duyduğunda yüz ifadesini korumakta çok zorlanmıştı. Bu adam her zaman böyle patavatsızdı zaten, ama bu kadarı katlanılmazdı. Çocuklar bile bu kadar saçma lakırdılar etmiyordu.
Delikanlı en çok abisiyle Âlim Kim Wonsik’e üzülüyordu. Onlar iki taraf arasında bir köprü kurmuşlardı. En ufak bir sarsıntıda ilk parçalanacak olan onlardı. Üstelik bunu unutmuş gibiydiler. Birbirlerine gün geçtikçe daha sıkı tutunuyorlardı. Sanki zamanı gelince tüm dünya yıkılsa da hiçbir şeyden temel almadan ayakta kalabilecek tek şey onların kurduğu köprüymüş gibi…
Tüm bu zaman boyunca düşündüğü tek şey o ikisiydi belki de. Diğer her şeyi basit düşüncelerin ardına iteliyordu. Farkında olduğu binlerce ayrıntıyı yok sayıyordu. Böylesi daha rahattı. Her şey bitince ölmeyip de sağ kalırsa düşünecekti. Göğsünü bir şeyler sıkıştırırken kılıç sallaması mümkün değildi çünkü.
“Taekwoon, çocuğum.”
Delikanlı kaşığını hemen bırakıp ayağa kalktı ve ağzında kalan lokmayı hızlı hızlı yuttuktan sonra esas duruşa geçti. Son günlerde efendisi Cha Hakyeon’la ilişkisi daha da resmi bir hal almıştı, üstelik efendisi aksi için çabalarken.
“Buyurun beyim.”
Âlim Cha yorgun gözüküyordu. Giderek zayıfladığı için kaşık kadar kalan yüzünde, gözünün altındaki morluklar hemen göze çarpıyordu. Yine de her zaman gülümsemeyi ve omuzları dimdik yürümeyi ihmal etmiyordu.
“Sana verdiğim sözü hatırlıyor musun?”
“Hangi sözü?” Bunu söylemek istememişti. Bir sürü söz verip hiçbirini gerçekleştirmediğini yüzüne vurmuş gibi hissetti. Belki de farkında olmadan öyle yapmak istemişti. Efendisi duymazdan geldi.
“Seni Küçük Bey’le tanıştıracağımı söylemiştim.”
Delikanlının gözünün önünde beliren ilk şey ipek yeleği oldu. Onu almaya gitmeliydi. Aklındaki bütün düşünceler uçup gitmişti. Kılıcına sımsıkı tutunmuş, hana koşmaya hazır hale gelmişti.
“Evet, beyim,” dedi sakin kalmaya çalışarak.
“Birazdan saraya uğrayacağım. Bana eşlik etmek istersen tanışma fırsatı doğabilir.”
“Evet… Tabii… Olur… Ederim…” Gözleri boşluğa dalmış şaşkın bir ifadeyle lafları ağzında geveliyordu.
“E hadi o zaman. İşin varsa git hallet.”
“Ta-tamam…” Kafasını iki yana salladı ve bir anda gerçeğe döndü. Eğilebildiği kadar eğilip efendisine selam verdi. “Teşekkür ederim beyim. Lütfunuz ölçülemez.”
***
Jaehwan ve Âlim Wonsik saraydan çıkmış mektebe yürüyorlardı. Gergin bir toplantı olmuştu. Kim Wonsik başının ağrısından doğru dürüst düşünemiyordu bile. Arkadaşı ona yakın yürüyordu ki kendisine yaslanabilsin.
Genç âlim gözlüğünü çıkarıp yelpazesini salladı. “Keşke her şey bitse bir an önce.”
Jaehwan fikirlerini kendisine saklamaya alışıktı. Özellikle de anlamayacak ya da anlamak istemeyecek insanların karşısında. Lakin bu işte tek başına olmadığını bal gibi biliyordu. Hem yanındaki kendisini anlayacaktı, bundan emindi.
“Bitse de bitmeyecek.” İçini çekti. “Siz de biliyorsunuz.”
Üstüne söylenecek bir şey yoktu. Sessizlik içinde yürümeye devam ettiler. Mektebin kapısında bir hanımefendi bekliyordu. Sıkılgan bir edayla ayağını yere vuruyor, etrafına bakınıyordu.
“Küçük Hanım,” diye seslendi Jaehwan.
Genç hanımefendi dönüp gelen adamlara baktı. Nezaketen bir gülümseme yakalamaya çalıştı, lakin beceremedi. Başını eğip selam verdi.
Bu defa neredeyse çocukluktan beri tanışık olduğu Âlim Kim konuştu. “Hangi rüzgâr attı sizi buraya?”
“Babama bakıyordum,” dedi kız.
Mektebin hizmetkârlarından biri koşarak kapıya geldi. “Âlim Cha saraya gitmiş, Küçük Hanım. Ne zaman döneceğini de söylememiş.”
“Sağ ol amca.”
“Bir sorun mu var Küçük Hanım?” Jaehwan genç kızı kolundan tutup oturtmak istiyordu. Lakin kendi dostu ondan daha yorgun gözüküyordu, bırakamazdı.
“Sorun yok, abi.” Söyledikleri ve sesi farklı anlamlar içeriyordu. “Siz babamın ne zaman döneceğini biliyor musunuz?”
“Bilmiyoruz.”
Küçük Hanım içini çekti. Omuzları her saniye biraz daha düşüyordu. “Teşekkür ederim o zaman. Ben eve döneyim. Gelirse benim uğradığımı söylersiniz olur mu?”
“Tabii, söyleriz.”
Genç kız acele bir selamla arkasını dönüp uzaklaştı. Tavşanınkileri andıran adımlarında bile sıkkınlığı görülüyordu.
İki adam onun arkasından uzun süre baktılar; ikisinin de gözleri dalgın, zihinleri bomboş kaldı bir an için. Yorgunlukları hanımefendinin dalgalarından sıyrılıp yüzeye çıkmadan önce, bedenleri bu boşluğun tadını çıkardı.
Kendine ilk gelen ve hafifçe aşağı kayıp açılmış alt çenesini toparlayan Wonsik oldu. Açıkça başka bir şey düşünmekte olan Jaehwan’ın kolunu tutup kendisine bakması için uğraştı.
“O sana abi deyince oluyor da ben deyince olmuyor mu?”
Genç âlim bir çocuk gibi dudaklarını büzerken abisi kahkahalarla gülüyordu.
***
Taekwoon heyecanlıydı. Kılıcını tutan parmaklarını sürekli hareket ettiriyor, ölçüsüz adımlar atıyor, nefesini kontrol etmekte zorlanıyordu. Saç tellerine kadar, bedeninin her karışında minik minik çimdikler hissediyordu. Bir de karnında kocaman bir boşluk varmış gibiydi, ağır bir boşluk.
Yeleğini giyip norigesini özenle bağlamıştı. Başlığını kullanmamaya karar vermişti, sonuçta beyefendi rolü oynamaya gitmiyordu. Yine de çıkmadan önce Jaehwan’ın tarağıyla saçlarını taramıştı.
Âlim Efendi onu görünce gözleri parlamıştı.
“Çok yakışmış… Çok yakışmış oğlum. Çok güzelsin.” Sırf ona dokunmuş olmak için uzanıp yakasını düzeltmiş, gözlerinin içine bakmıştı. Taekwoon efendisinin gözlerinin yaşardığına yemin edebilirdi.
Giderken delikanlı hiçbir şey soramadı, öğrenmesi gereken çok şey olduğunu biliyordu lakin efendisi de hiçbir şey söylemedi. Taekwoon’un da usul usul delirmek için uzunca bir zamanı oldu.
Yalnızca kapıya yaklaştıklarında Âlim Cha yaverine dönüp baktı. “Sarayda kılıcını daha sıkı tut, ne olacağı belli olmaz.”
Delikanlı bunu söylemenin bir çeşit adet olduğunu biliyordu, Âlim Kim de abisini saraya götürürken aynı şeyi söylemişti. O yüzden bunu duymaya kendisini çok önceden hazırlamıştı, lakin ayakları dolaşırcasına heyecanlıyken aklından çıkmıştı ve yaptığı hazırlık boşa gitmişti. Belki de altında hiçbir anlamı olmayan bu cümle onu korkuttu.
Sarayın bahçesinde yürürken “Acaba beni hatırlayacak mı?” diye düşünüyordu. “Beni hatırlamazsa hiç olmazsa şu yeleği hatırlar. Şaşırır mı ki? Alelade bir kılıç ustasının Âlim Cha’nın yaveri olduğuna inanır mı? Sevinir mi beni görünce? Neden sevinsin, koskoca Prens Hazretleri sonuçta.”
Prens’in konutundaki hizmetkârlar çaktırmadan başlarını kaldırıp Taekwoon’u süzüyorlar, kızlar aralarında gülüşüyorlardı. Lakin o bunların hiçbirini fark edemedi. İçeri kabul edildiklerinde eşiği geçtikten sonra büyülü bir dünyaya gireceğini hissetti.
Öyle bir şey olmadı.
Süssüz, sade, hatta neredeyse karanlık bir odanın ortasında; ihtişamlı, altın rengi nakışlarla bezenmiş lacivert kaftanının içinde; dimdik, geniş omuzlarıyla oturan aydınlık yüzlü bir genç adamla göz göze geldi yalnızca.
Bu genç adamı tanıması birkaç saniye sürdü. Kolları heyecanla titrerken ellerini önünde birleştirip selama durmuş efendisine katıldı. Ağzı kupkuruydu. Konuşmasını isterlerse yapamayacağından korktu.
Prens iç çekti. “Aramıza birini daha sokmak niyetinde misiniz?”
“Majesteleri…”
Söze girmeye çalışan Âlim Cha’nın sesinin üstüne heyecanlı başka bir ses bindi. Odada başka biri olduğu ancak o zaman anlaşıldı. “Aa! Sen pazarda Prens Hazretlerini üten çocuksun.”
Taekwoon’un midesi ağzına geldi. Dişlerini sımsıkı sıkmasa birkaç saat önce yediklerini şuracıkta çıkarabilirdi. Gözlerini kocaman açıp efendisine yardım dilenir gibi baktı.
“Başını kaldır,” diye emretti Prens Hazretleri. Delikanlı hemen itaat etmek istediyse de bir şey boynunu yakalamış gibi ağırlaşmıştı kafası, kaldırmakta zorlandı.
Nihayet başardığında Prens de Efendi Lee de gülümsüyorlardı. Kendisi de yarım yamalak bir tebessüm yerleştirdi yüzüne.
“Seni yeniden görmek ne güzel…”
“Bilmukabele Prens Hazretleri… Cemalinizi yeniden görme şerefine erişmiş olmaktan mutluluk ve onur duyuyorum.”
“Beni?” diye atladı Hongbin. “Beni görmekten de mutluluk duyuyor musun?”
Delikanlının yüzündeki yarım tebessüm bütün bir gülümsemeye dönüştü. “Elbette beyim.”
“Nasıl oldu da hedeflerime temel atmamı sağlayan çocuk, amaca gitmem de bana yardım edecek duruma geldi? Yoksa biz sokakta oynadıktan sonra mı aldınız onu yanınıza, Âlim Efendi?”
Cha Hakyeon da neşelenmişti. Tatlı tatlı güldü. “Sizden epey evvel ben keşfettim onu. Böyle kıymetli bir şeye vesile olacağını bilseydim daha erken getirirdim karşınıza.”
Tüm bunların komik olduğunu düşünüyordu Taekwoon. Gülecek hali yoktu, ağlamak istedi. Demek kendisi koskoca krallığı değiştirecek planların yapılmasına vesile olmuştu. O halde en ufak bir aksilikte ilk uçacak kelle yine kendisininki oluyordu.
“Kendini tanıtmayacak mısın?”
Delikanlı daha önce Efendi Lee’ye kendisini tanıttığı için, Prens Hazretleri’nin de mutlaka ismini öğrenmiş olduğunu düşünmüştü. Demek ki Efendi Lee abisine verdiği sözü tutup kimseye tanıştıklarını söylememişti.
“İsmim Taekwoon, Majesteleri. Emrinize amadeyim.”
“Haydi, gelin de oturun madem. İpek yeleğin çok yakışmış.”
“Sayenizde Prens Hazretleri…”
Sohbetleri oldukça kısa ve ilginçti. Taekwoon olası planları yalnızca bir veya iki kez duymuştu, neye karar verildiğini dahi tam olarak bilmiyordu. Her zamanki gibi bulutlar kadar havada ve kuşlar kadar hafif kalan, filozofik ve anlaşılmaz bir konuşma yapıldı. Birkaç gün sonra somut bir şekilde dile getirilmeyen bu şeyler için kılıcını sallamaya başlamayacak olsa, kendisinden bir şeyler gizlendiğini bile düşünebilirdi. Sarayda da birlikte de herkes gereksiz lakırdılar etmeye, şairliğini yarıştırmaya bayılıyordu.
Yalnızca Prens’in huzurunda olduğu için anlama çabası gösterdiği bu sohbet yüzünden oldukça yorgun düşmüş, üstelik gerçekten hiçbir şey anlamadan ayrılmıştı. Eve dönüş yolunda, abisinin de her gün böyle şeyler dinleyip dinlemediğini merak etti. Sonra herhalde dinlemediğine karar verdi, o daha çok Âlim Kim’le birlikte stratejik kararlar almaya gidiyordu çünkü. Kendisi gibi kim çekerse onun peşinden giden bir zavallı değildi abisi. Şu aptallara kılıç öğretme işini neden Jaehwan’a değil de kendisine verdiklerini de anlıyordu artık.
Tam içinden gelen esneme isteğini bastırmaya çalışıyordu ki “Yarın istirahat et,” dedi efendisi. “Acil bir iş olmadıkça seni çağırmayacağım. Çok az zaman kaldı. Dinlenmiş olman önemli.”
“Lakin beyim… Talim yaptırmamı istediğiniz ekip hala çok yetersiz. Bir gün bile çok önemli.”
“Merak etme sen, koskoca birlikte bir gün seni idare edecek adam mı yok.” Başını eğerek kabul ettiğini belli etti. Zaten böyle bir şeye fazlasıyla ihtiyacı vardı. “Hatta…” diyerek devam etti Âlim Cha. “Bugünden başla istirahatine, ben de öyle yapacağım. Zaten akşam oldu.”
“O halde sizi evinize bırakayım.”
“Öyle yap madem.”
Âlim Efendi’nin evinin olduğu sokağa girince adımları hızlandı. Kapının önünde evin ve Âlim Efendi’nin hanımı gözlerini gökyüzüne dikmiş, bekliyordu. Ayak seslerini duyunca onlara doğru döndü.
Taekwoon, hanımefendinin güzelliği karşısında bir an için şaşkına döndü. Zarif boynunun üstündeki simsiyah mütevazı topuzu, neredeyse şeffaf olan yüz hatlarıyla nefes kesici bir tezat oluşturuyordu. Pembe dudaklarına da, uzun kirpiklerinin altındaki neredeyse yaprak rengi olan gözlerinin çevresine de hiç boya sürmemişti. Eteği de cepkeni de soluk sarıydı. İnce kolları iki yanından sarkıp belinin de olabildiğince ince olduğunu gösteriyorlardı. Öyle zayıf değildi, dolgun bir incelikti onunkisi.
Lakin delikanlıyı en çok etkileyen şey bu zarif, hatta masum güzelliğin altından yeşil gözlerle ve eteğinin hafifçe arkasına sakladığı ince sopayla kendisini belli eden güçtü. Öfkeli gözükmüyordu, insanı korkutmuyordu. Lakin insan bu hanımefendinin karşısında, kendi yerini hemen anlıyordu. Büyük bir güven ve saygıyla dolmamak elde değildi. Tam da Âlim Cha Hakyeon’a göre bir eşti o.
“Hyeyeong? Bir şey mi oldu hayatım?”
Hanımefendi kaşlarını çattı. Bir elini ileri doğru uzattı, tıpkı kocasının elleri gibi yumuşacık görünüyordu bu el. Âlim Cha son adımlarını biraz daha hızlı atıp kendine uzanan eli tuttu hemen.
“Senin ufaklık yine sorun çıkaracak gibi. Bütün gün seni bekledi, mektebe bile gitmiş.”
Âlim Efendi’nin omuzları her saniye biraz daha düşüyordu. O otoriter havası da usul usul dağılıyordu. Güvenli sığınağına gelmişti işte, hatta elini tutuyordu. Bundan daha iyi istirahat mı olurdu? “Yine ne yaptı?”
Onun sorusunu görmezden geldi hanımefendi. Delikanlıya baktı başını hafifçe yana eğerek. Böyle durunca burnu insanı gereğinden fazla heyecanlandırıyordu.
Taekwoon selam vermekte gecikmedi. “İyi akşamlar, hanımım.”
“Anlata anlata bitiremediği o oğlan sensin öyle mi?” Delikanlı utandı, bakışlarını hanımefendinin parlak pabuçlarına indirdi. “Memnun oldum Taekwooncum.”
İsmini onun dudaklarından duymak ne büyük bir lütuftu. “B-ben… Ben memnun oldum hanımım.”
“Akşam yemeğine kalmak ister misin? Ne zamandır davet etmek istiyordum seni.”
“Teşekkür ederim, lakin gitsem daha iyi olacak. İstirahatimin bir saniyesini bile harcamak istemiyorum.” Bunu şaka olsun diye söylemişti, fakat ardından gelen birkaç saniyelik sessizlikte hem efendisini, hem de hanımefendiyi gücendirmiş olmaktan korktu.
Âlim Efendi de Hyeyeong Hanım da gülünce midesinin büzüştüğünü hissetti. Bugünkü duygu karmaşaları ona cidden ağır gelmeye başlıyordu.
“Hadi git bakalım oğlum,” dedi Cha Hakyeon onun omzuna vurup. “Git de dinlen biraz. Ben de şu akılsız kızımla istirahatimi ziyan edeyim bari.”
“Ne kadar ayıp,” diye kızdı hanımefendi. “Böyle lakırdılar etme.”
“Latife ediyorum yahu.”
Delikanlı bu neşeli ve sıcacık tablodan yüzünde engel olamadığı bir sırıtışla ayrılıp hanın yolunu tuttu. Efendisinin kızlarını görmeden bile, koruması gereken şeylerin ağırlığını anlamıştı artık. Âlim Cha onca zamandır istediği Taekwoon’un güvenini biraz kazanmış olabilirdi o gün.
Jaehwan, kardeşi hana vardığında odada yatıyordu. Uyumadığı her halinden belliydi, lakin uyuyormuş gibi gözükmek için gözlerini sımsıkı yummuştu.
“Abi, Prens’le tanıştım bugün,” dedi Taekwoon. Abisinin gözleri hemen açıldı.
“Sahi mi?”
“Sahi ya! Hem de tanıdı beni. İpek yeleği de hatırladı.”
“Vay anasını, tosunuma bak be. Unutulacak çocuk musun sen? Tabii hatırlayacak.”
Gülüşmelerin ardından Taekwoon soyunup dökündü, Jaehwan’ın yanına uzandı. Kılıçları da odanın iki yanında onlara paralel olarak yatıyordu.
“İstirahat edeceğim yarın.”
“Ben de.”
“Uyuruz.”
“Olur.”
Delikanlı abisine sırtını verip kılıcına doğru döndü. İyice uyku bastırıyordu, bugün çok yorucu olmuştu. Birkaç gün içinde her şey başlayacaktı. Ne zaman sonuçlanacaktı, bilmiyordu. Lakin bitti dediklerinde ilk işi Doyeon Hanım’la konuşmak olacaktı. Zira konuşmaları gereken çok şey vardı.
Gözleri Doyeon’un hayaliyle kapanmaya başlarken abisi seslendi.
“Taekwoon…”
“Hı?” Cevap veremeyecek kadar girmişti bile uyku sularının içine.
“O resim…”
“Hıı?”
“Ben çizdim onu değil mi?”
Delikanlı çoktan dalmıştı.

mavinot: Uzuun gecikme için çok özür dilerim. Her şeye rağmen hala takip eden okuyucularıma da çok teşekkür ederim. İyi ki varsınız! Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin!!

5 yorum:

  1. Üstünden bir süre geçince daha bir heyecanla daha bir merakla okudum
    Jaehwan'ın Taekwoon'a tavırları neden bu kadar hoşuma gidiyor bilmesemde çok güzel
    Ayrıca yavaştan göstermeye başladığın altısı arasındaki birlik hissediliyor
    Az az ama net bir şekilde

    Yine güzel bir bölümdü sabırsızlıkla diğer bölümü bekliyorum

    YanıtlaSil
  2. Dün okuduktan sonra yazmayı unuttuğum bir şey aklıma geldi o yüzden tekrar geldim
    Hani yazmışsın ya Alim Efendi'nin omuzları her saniye biraz daha düşüyordu diye orası işte o bölüm nedense beni benden aldı
    Belki de nedeni son günlerde olanlardır ama yine de Hakyeon'un güvenli bir sığınağı olmasına çok sevindim

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İlk yorumun için diyebilirim ki, artık yavaş yavaş her şey çözülmeye başlayacak. Ayrıca Hakyeon'un güvenli bir sığınağı olmasına ben de çok seviniyorum ehehe. Teşekkür ederim özenle okuduğun için :')

      Sil
  3. “Beni?” diye atladı Hongbin. “Beni görmekten de mutluluk duyuyor musun?” -Bu bölümün satır içi yorumu buraya geliyor, seni görmekten kim mutluluk duymaz manyak mısın?

    Taekwoon'un kendi ışığının farkında olmaması onu ne kadar değerli kılıyor, bayılıyorum bu ayrıntıya.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. satır içi yorum gelsin blogger duy sesimizi :D

      Sil