Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

12 Mart 2014 Çarşamba

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #17 - 2

Mavi-not: Başlamadan önce geçen bölüm gibi bir facia için herkesten özür diliyorum. En ufak bir mazeretim de yok açıkçası. Umarım bu bölümden keyif alırsınız. Yorumlarınız için şimdiden teşekkür ederiim! ^^
Ve evet, farkındayım. Bu da kısa bir bölüm oldu. Ama pazar günü yeni bir bölüm yayınlayacağımı düşünürsek bence yeterli. *mazeret, mazeret* Neyse tekrar özür dilerim. Lütfen beni eleştirmeden geçmeyin, iyi veya kötü! ^^ 

Her şey çok hızlı oldu. Sadece birkaç saniye önce kapının önünde bağırıyordu, ama şimdi odamın önündeydi ve anneme anahtarı vermesini söylüyordu. Bu kadar korkmayı beklemiyordum. Öylece durmuş acaba kapı açılacak mı diye bakarken ellerim titriyordu. İçeri girerse ne yapacaktım?
Bir sonraki saniye beyaz kapının açılıp kapandığını gördüm. Hemen sonra sırtım duvara sertçe çarptı, omurlarımdan birkaç tanesi yer değiştirmiş olmalıydı. Fakat bu acıya odaklanacak vaktim yoktu. Tam yüzümün ortasına doğru bağırıyordu.
"Doğru mu lan bunlar! Doğru mu duyduklarım!"
Aslında hiçbir plan yapmamış olduğumu o an fark ettim. Ağzımı açıp tek kelime bile edemiyordum. Çok korkuyordum, çok. Aniden nefesim kesilecek kadar çok. Bedenim kaskatı kesilecek kadar çok. Ağlayamayacak kadar çok.
"Bir şey söyle İpek! Doğru değil de!"
Annemin bağırdığı duydum. Dışarıda onu tutan adamlar olduğuna emindim. Kapana kısılmıştım.
Nefesimi toplamak için büyük çaba verdim. Hava ağzımdan girmemekte, girince de çıkmamakta ısrar ediyordu.
Ama en sonunda başardım. Ciğerlerimi sonuna kadar doldurdum ve yapamayacağımı bile bile onu ittirmeye çalıştım. Kımıldamadı bile. Sadece şaşırdı, ona karşı çıkmama.
"Bırak beni hayvan herif!" diye cırladım. "Uzak dur benden!" Bu cesareti veren şey neydi bilmiyorum. Ama çok memnundum. Onun bana atmasına hazırlandığım tokadı ben ona attım. Bu ona verebileceğim en sağlam cevap olmuştu. Hem nefretimi biraz da olsa kusmuştum, hem de o her şeyi anlamıştı.
Kolları birer sopa gibi vücudunun iki yanına düştü. "Doğruymuş," dedi boğuluyormuş gibi çıkan, hırıltılı bir sesle. "Doğruymuş demek." Arkasını döndü. Gitmeyecekti, biliyordum. Yine de bu yüz çeviriş hayatımda ilk kez minicik de olsabir zafer kazandığımı hissettirdi bana. Sevinemedim gerçi. İlk zaferime sevinemeyecek kadar çok kaybetmiştim ben.
Omuzlarının çöktüğünü fark ettim. Atıf Bey'in bana gerçekten aşık olabileceğine hiç inanmadı. Yalnızca şimdi, başkasınınmış gibi bunları anlatırken görebiliyordum. Hastalıklı, yanlış bir yol seçmiş olsa da bana aşıktı. Bu yüzden korktuğu şeyi doğruladığında ciddi bir hayal kırıklığına uğramıştı.
Hızlıca tekrar bana döndü. Bana tokat attığını eli suratımda şakladığında algıladım. Bedenim yıkılacakmış gibi iki yana sallanırken şoku atlatmaya çalışıyordum. Yaklaştı, yaklaştı. Yüzü yüzüme değmek üzereydi. Öfkeden kıpkırmızı kesildiğini gördüm. Eli havaya kalktı yeniden. Bu defa kafamın arkasına uzandı. Beni saçlarımdan tutup sürüklemesini bekledim. Kocasından dayak yiyen kadın rolü için kendimi hazırladım. Ama o yapamadı. Saçlarıma parmağının ucunu bile değdiremedi. Parmakları pençe şeklini alıp kapanırken dişlerini sıktı. Hemen ayağımın yanında duran yatağımın bacağına bir tekme attı.
"Nasıl yaptın lan! Nasıl!" Yüz ifademin kontrolünü aldım yeniden. Ona korkusuz bir ifadeyle baktım, ben de dişlerimi sıkıyordum.
"Annemin ne hissettiğini birazcık anlamışsındır belki," dedim zehir gibi bir sesle. "Bir şeyler olup biterken eli kolu bağlı oturmak nasılmış bakalım?"
Şimdi onu yenmeye başlamışken susmalıydım aslında, aksi halde daha fazla sinirlenmesine sebep olacaktım yalnızca. Ne yapabileceğini bilmiyordum. Mesela bana ikinci kez tokat atacağını hiç tahmin etmemiştim.
"Seni orospu!" diye kükredi. "Ne cüretle..."
Sonunda birisi herkesin dile getirmekten korktuğu şeyi yüzüme bakarak söylemişti. Bunun bu kadar canımı yakabileceğini kim bilebilirdi ki?
Elimle yanağıma dokunurken gözyaşlarımın düşmeye başladığını anladım. Sonunda ağlıyordum. "Sen ne cüretle bana el kaldırıyorsun, o cüretle," dedim onun aksine oldukça alçak bir sesle.
Omuzlarımı kavradı, beni yeniden duvara çarptı odaya girer girmez yaptığı gibi. "Çeneni kapa," dedi. "Sus. Nefes bile alma. Seni gebertirim."
"Artık ne yaptığın umurumda bile değil," diye mırıldandım gözlerimi kısarak.
Çıldırmış gibi suratımın ortasına doğru bağırdı. "Sen! Sen bana aitsin anladın mı?! Sen benimsin!"
Bir damla dudağımın kenarından kayarken küçümser bir tavırla güldüm. Buna karşılık yüzüne öyle bir ifade yerleşti ki beni artık gerçekten öldürecek sandım. Ama o daha kötüsünü yaptı.
"Buraya kadar," diye fısıldadı. "Artık benimle yaşayacaksın."
"Ne?" Küçümser ifadem yüzümde kayan gözyaşlarıma eşlik etti, yere düştü ve paramparça oldu.
"Duydun. Evime taşınacaksın. Bu yaptıklarından sonra bana başka seçenek bırakmadın."
"Ne?" dedim yeniden. Sanki bu iki harften başka bir şeyim kalmamıştı. Gerçi bu doğruydu, yalnızca onlar vardı artık. Birmişti. Gerçekten buraya kadardı. Her şeyi hızlıca düşündüm. Annemsiz, o adamın evinde olmak... Onunla aynı masada yemek yemek, aynı kapı kollarına dokunmak, hatta belki... Belki onun yatağına girmek... Hem de Demir'in olduğu bir evde.
Bacaklarım bu düşüncenin ağırlığını taşımaya cesaret edemeyip anında vazgeçtiler. Belki de bu kadar yakınındayken ayaklarına kapanıp beni bırakması için yalvarmalıydım.
Ama hayır. Rahmetli Süleyman'ın kızı İpek olabilirdim, babasız yaşamak zorunda kalmış olabilirdim. Yine de bu asla başımı eğebileceğim anlamına gelmiyordu. Ben yalvarmazdım. Babamın kokusu hala buradaydı, yalvarırsam o kokuyu içime çekecek yüzüm kalmazdı.
"Gitmeyeceğim," dedim sıkılı dişlerimin arasından. "Beni oraya götüremezsin."
Bu defa o bana gülüyordu. "Yapamayacağımı sana düşündüren nedir?"
"nasıl yapacaksın?" Arkasını dönüp kapıya üç kez vurdu. Ben bu kabusu daha önce yaşamıştım. Korkunç bir silah sesi duydum. Bu defa hedef Demir değildi, annemdi. Tiz bir ses duydum, galiba bir çığlıktı. Hayır, aslında iki taneydi. Annemle ben aynı anda bağırmıştık.
Kapıya koşup açmaya çalıştım. Kilitliydi. Tüm gücümle vurmaya, bağırmaya başladım. Çığlık çığlığa ağlıyordum. "Bırak annemi!" diye ciyakladım. "Bırak annemi! Bırak! Bırak! Ne istiyorsun bizden! Kendi oğlunu öldüremedin benim annemden ne istiyorsun! Bırak annemi!" Sırtımı kapıya yaslayıp ayaklarımı yere vurmaya başladım. Kendimi kontrol edemiyordum. Annemi istiyordum.
"Merak etme, onu vurmadılar," dedi eğilip. Gözlerimin önüne düşen saçları çekip kulağımın arkasına sıkıştırdı. "Geliyor musun, gelmiyor musun? Bu soruya verdiğin cevaba göre namlunun yönü değişebilir."
Hiç hissettiniz mi gözlerinizin altındaki torbaların yırtılmaya başladığını? Deriniz kalkıyormuş da gözleriniz sıvı halde oradan akıyormuş gibi... Bu insana yorgun olmasa bile yorgun hissettiren bir histir. İşte tüm o yorgunluğun üstüne bir de bunu hissetmek düşüncelerimin aklımdan uçup gitmesine sebep oldu. "Geleceğim," diye hıçkırdım. "Annemi... Rahat bırak."
Birkaç saniye yüzüme baktı. Sonra kolumdan tutup beni kaldırdı. Kafamdaki her saç telini tek tek düzeltti sabırla. "Sana birkaç gün izin veriyorum, hazırlanman için. İstersen bütün eşyalarını burada bırakırsın. Evimde senin için her şey hazır."
Kaşlarım istemsizce yukarı kalktılar. "Hazır mı?"
"Eğer bu işi alırsam sana çok büyük bir hediye vereceğimi söylemiştim değil mi? Şey... Henüz işi almadım gerçi, beni biraz hızlanmak zorunda bıraktın ama olsun."
"Hediye mi?" diye fısıldadım. "Bu muydu o hediye?" Sakince gülümseyip kafasını salladı.
"Evet, buydu. Neyse bir an önce hazırlanmaya başla. Birkaç gün sonra gelip seni alacağım." Uzanıp yanağıma, yalnızca birkaç dakika önce tokat attığı ve yalnızca birkaç saat önce Demir'in öptüğü yanağıma bir öpücük kondurdu.
Kapıyı açık bırakıp gitti. Salonda kaskatı kesilmiş annemle göz göze geldik. Ona sarılmak istiyordum deli gibi. Ama adım atacak gücü kendimde bulamadım. Evimiz sessizliğin doruğuna çıkana kadar öylece birbirimize baktık.
Arabaların uzaklaştığını duyduğumda dış kapıdan uzun boylu birisi girdi. Kafasında hiç saçı yoktu, korkmuş gibi bakan gözleri vardı. Beraberinde buram buram limon kokusunu da getirmişti. Salondan geçerken hafifçe annemin omzuna dokunduktan sonra dümdüz bana geldi. Ellerini bana uzattı.
Ona tutunmak için uzandığımda son güç damlam da akıp gitti. Kollarına yığılıverdim.
Saçlarımı okşadı. Babam gibi kokuyordu. Babammış gibi hissettiriyordu.
"Demir'in yanından mı geliyorsunuz?" diye sordum farkında olmadan.
"Nereden bildin?" dedi şaşkınlıkla.
Çünkü benim babam ölü ve onun gibi kokup size bu kokuyu bulaştırabilecek tek insan Demir, demek istedim. Bunun yerine kafamı göğsüne biraz daha gömüp gözlerimi kapattım. Onun babam olduğunu hayal ettim. Babama söylemek istediklerimi söyledim. "Beni... Yanına alacakmış..." Çenem ağlamak üzere olan bir bebeğinki gibi titriyordu, sesim de öyle. "Beni bırakma, lütfen. Canımı daha fazla yakmasına izin verme." İşte. Yıllar sonra yeniden babamın kucağına ağlıyordum. Yüzü yoktu, hatta vücudu. Sadece kokusu vardı, ama kucağındaydım işte.
Büyü gibiydi. Muhteşem bir histi.
"İpek..." demeye kalktı. Konuşup her şeyi mahvetmeden önce onu durdurdum.
"Demir'i sevdiğim için özür dilerim. Seni üzdüğüm, anneme zarar verdiğim için özür dilerim. Artık dayanamıyorum. Gücüm yetmiyor. Sen beni koru, benim yanımda ol. Yapabilirsin değil mi?" Cevap vermesini bekledim. Şimdi bu dünyadan çıkmam gerekiyordu, gerçeğe dönmeliydim. Ama o konuşmadı, sesini bile çıkarmadı. Devam ettim ben de. "Yanımda olmak zorundasın," dedim. "Bunca zaman yanımda değildin. Şimdi gidemezsin. Gidemezsin... Kızını korumak zorundasın baba."
Annemin hıçkırıklarını duydum. Yeniden bir hata yapmıştım. Anneme babamın yokluğunu hatırlatmak büyük bencillikti. Üstelik Süleyman Bey bile anlamıştı.
Babam olmamasına rağmen söylediğim her şeyi üstüne aldı. Omzumu sıkarken "Seni koruyacağım," dedi. "Oraya gitmek zorunda değilsin."
Annem kafayı gerçekten yemeye başladığım günün o gün olduğunu söylemiştir hep. İlk belirtisi de Süleyman Bey'in sözlerine kahkahalarla gülmemmiş.
Kahkahalarımın korkutucu olduğu gerçeğini kabul ediyorum. Süleyman Bey'le annem bakıştılar, ne yapmaları gerektiğini bilemediler.
"Beni koruyamazsınız," dedim zorla. "Beni kimse koruyamaz. Siz de ona engel olamayacağınızı biliyorsunuz."
"Yapabilirim," diye cevap verdi güven dolu bir sesle. "Yapabilirim İpek, bana güven."
Evet, kahkahalarım korkunçtu ama sizce de çok komik değil miydi? Demir de Süleyman Bey de aynı şeyi yapıyordu. İkisi de Atıf Bey'in karşısında hiçbir şey olduklarını bildikleri halde cengaverlik taslıyorlardı.
Beni tutan kollarını hışımla ittirip ayağa kalktım. "Siz..." dedim. "Benim babam değilsiniz." Birden susadığımı hissettim ve gözyaşlarını içmek susuzluğu gidermiyor demek ki diye düşündüm. Mutfağa yürüdüm, hala durup durup gülüyordum. "Beni o adamdan kurtarabilecek tek insan babam. Bilmiyorum kaçıncı kez hatırlatıyorum ama beni kurtarabilecek tek adam da ölü. Artık saçma sapan şeylerle kendinizi kandırmayın."
Annem ağzını açıp tek kelime edemiyordu ama Süleyman Bey ısrarcıydı. Kalkıp peşimden yürüdü. "Bir planım var. Gerçekten sağlam bir plan. Anneni de seni de kurtarabilirim."
"Ne bekliyorsunuz, heyecanla evet dememi mi?" Göz ucuyla anneme de baktım. Galiba gerçekten öyle yapmamı bekliyordu. "Diyemem. Çünkü bu işte annemle ben yokuz sadece. Demir var. Demir'i bırakamam. Birbirimize söz verdik biz."
Annemin sinirden köpürdüğünün, üzüntüden verem olmak üzere olduğunun, şaşkınlıktan ne yapacağını bilemediğinin farkındaydım. Belki de dayak yerdim. Artık cidden hiçbir şeyi umursamıyordum.
"Onun da acı çekmesini istiyorsun yani?" diye ısrar etti Süleyman Bey. "Başınıza neler gelebileceğinin farkında mısın?"
"Bizim sözümüz de bunun için zaten," diye omuz silktim. "Birlikte acı çekmek için. Acıları paylaşmak için. Şimdi Süleyman Bey, ne yapmam gerektiğini düşünmem gerekiyor. Eğer bana yardım etmek istiyorsanız annemi bir şekilde benimle beraber o eve almanızı isteyeceğim sizden." Bana inanamayarak baktı. Ben de inanamıyordum. Kim inanırdı ki?
Odama geri dönüp kapıyı kapatmadan önce son bir kez ikisine baktım. "Birkaç dakikalığına da olsa babam olduğunuz için teşekkür ederim Süleyman Bey," diye fısıldadım. "Hep söylediğim gibi siz benim kahramanımsınız. Ama Demir'i yarı yolda bırakamam."

6 yorum:

  1. ipek dediklerini okudum ve sana laflar hazırladım.
    atıf küfretti? ben herkesin düzgün bir dille konuştuğu bir hikaye okuyoruz sanmıştım. küfretmesi kendi açısından mantıklı olabilir tabii, ama bu, ipek'in buna tepkisiz kalmasını gerektirmez. çak suratına bir tane...
    terry grandchester, şeker kız candy'yi öptüğünde de karşılıklı birbirlerini tokatlamışlardı, aklıma o geldi şimdi. güzel sahneydi şimdi hakkını vermek lazım.
    ve bir soru: o silah kimi vurdu?
    söz vermişlermiş. iyi halt etmişsiniz. yahu yaşınız 15 bir durun ya.
    neyse göreceğiz bakalım türk filminden fırlama bu aşk üçgeninin sonu ne olacak... bence mavi olmayacak... olmaz yani bence...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. 18. bölüm eklenmiştir. Bu kadar çok beklettiğim için çok özür dilerim, yorum için teşekkürleer. Bir dahaki bölüme de bekleriz. :)

      Sil
  2. sırayla birbirlerine tokat attıkları yerde bir tek ben gülmüşümdür herhalde :D süleyman ı babası zannederek konuştuğu yer şimdiye kadarki en hüzünlü sahneydi koptum orada :'( sahneydi diyorum çünkü gözümde canlandı çok gerçekçiydi kalemine sağlık^^

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Vuah kızarıyorum yorumlarını okurken çok teşekkür ederim *-*

      Sil
  3. Son 2 bölümdür kendimi türk filmi izliyormuşum gibi hissetsem de Süleyman Bey'i babası olarak hayal ettiği yerde benim hatlar koptu T-T

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. O kısmı yazmak benim için çok zordu TT teşekkür ederim ^^

      Sil