Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

30 Nisan 2017 Pazar

Sakar

Kısa siyah saçlı genç kız, ağır ağır yürüyordu. Elleri kahverengi kabanının ceplerindeydi, sağ cebi diğerine göre daha kabarıktı. Fıstık yeşili tişörtünde lekeler, iri gözlerinin altında koyu renk halkalar, omuzlarına çökmüş bir yorgunluk vardı. Ayağı takılıp düşse, düştüğü yerde uyuyup kalacakmış gibi bakıyordu.
Yanından geçen insanlar onu fark etmediler. Çatlamış dudaklarını, alnındaki yara izini, sol ayak bileğindeki sargı bezini ya da hafifçe aksadığını görmediler. Genç kız da hiçbir şey görmüyor gibiydi. Sonu öyle ya da böyle bir yere varacak olan bu yolu yürümek yeterince meşgul ediyordu zihnini.
Aradan binalar çekilince yüzüne vuran güneş burnundan sızmaya başlayan kanı aydınlatırken "Şimdi ölsem ne olur?" diye düşündü. Yakınlarda bir karga ötüyordu.
Daha önce pek çok kez geçmişti bu fikir aklından. Genelde cevap aramak için sormazdı, kalbini yoklamak için yapardı. Zaten ardından başka başka şeyler üşüşürdü kafasına. Ölme fikri köşeye sıkışır, küçüle küçüle duyulmaz olurdu.
Şimdi öyle olmuyordu.
İçine çektiği derin nefes kan kokusunu getirdi. "Kim üzülür arkamdan?" Annesinin yüzü gözlerinin önünde belirince, adımlarının düzeni bir anlığına bozuldu. Hayır, o kendisi için üzülmezdi. Genç kız onun için üzülüyordu aslında. Kendisi tüm bunları yaşarken dönüp bakmayan bir anneye üzülmekten başka ne yapılırdı? Yazık...
Babasını hatırladı sonra. Belki o üzülürdü, hatta ağlayabilirdi. Çünkü her burnu kanadığında peçeteyi o yetiştirir, her yarasına sargı bezini o bağlardı. İçini rahatlatmak için yapıyordu muhtemelen. Gözyaşları dinince unutuverirdi hemen.
Başka kimse de yoktu. Çok zor olmazdı.
Genç kız etrafını hiç görmüyordu, ama az ilerde küçük bir çocuk kendini yere atıp bağıra çağıra ağlamaya başlayınca onu fark etti. Göğsünde bir yer sızladı. 
"Ölsem ne olur?"
Hayatı boyunca ölmeye en çok yaklaştığı anları hatırladı. Çizgiyi geçmeden yaşamın kıyısında dolaşmayı çok iyi becerirdi. Çizgiyi geçmeyi becerebilecek miydi, bilmiyordu.
Karganın sesini belli belirsiz duydu.
"Şimdi ölsem..."
Etraf kırmızıya boyandı.
***
Ağlayan kadınla kocası kendilerine ne sorulacağını bilmiyorlarmış gibi bekleşiyorlardı. Adamın kafası dimdik omuzlarının arasına düşmüş, elleri dizlerinin üstünde kalmıştı.
"Kızınızın vücudunda darp izleri var," dedi karşılarında oturan genç adam. "Kollarında çizikler ve morluklar, saçlarının arasında yaralar bulundu. Ayak bileği sıkıntılı gözüküyor, bir de alnındaki yara..."
Kadının kocası yorgun bir sesle araya girdi: "Darp izi değil onlar."
"Anlamadım?"
"Darp izi değil. Kendi yaptı onları." Kadın duyduklarına inanamıyormuş gibi başını kaldırdı ve bakışlarıyla susturdu yanındakini.
"Sakardır biraz," dedi sonra. "O alnındaki yara küçükken kafasını duvara vurunca oldu, o gün bugündür hep burnu kanar."
Genç adam çiftin karşısında huzursuzca kıpırdandı. "Her şeyi sakarlıkla açıklamak biraz..."
"Ayak bileğini de hep aynı yere vurur, o yüzden hiç iyileşmedi. Kollarını çarpar oraya buraya." Kocası sessizce sabır çekti ama ona engel olmadı.
İşte genç kıza olanlar onlar için bu kadar basitti. O gün sadece burun kanamasını durduramadıkları için gitmişlerdi hastaneye. Konuşulanları dinlemek zor olmamıştı. Duyduklarından hiç kurtulamayacağını anlamıştı.
Sadece sakar olduğu için yıllarca bileğinde bir sargı beziyle topalladığına inanıyordu annesi, başkalarını da buna inandırıyordu. Alnında böyle çirkin ve kalıcı bir yara bırakana kadar kafasını kaç kere duvara vurduğunu düşünmüyordu. Tırnakların koluna takılıp böyle çiziyorsa neden hep uzatıyorsun evladım, demiyordu. Görebildiklerine hep bir bahanesi vardı, göremedikleri zaten yoktu onun için.
Siyah saçlı kızın umutları o gün bitmişti işte. O gün sormuştu ilk kez kendine, ben ölsem ne olur diye. Aynı soru aradan birkaç yıl geçmesine rağmen hep ara ara yankılanmıştı. Ama çok etkileyici değildi. Ölmemek için uzun uzun duvara vurduğu için kanayan ellerini annesine gösterip "Kapıya sıkıştırdım," derdi. Kapıya sıkışmadığı açıkça belli olan ellere bakan annesi de "Ah şu sakarlığın..." diye geçiştirir, babası eline pansuman yapıp sarardı. 
O gün de öyle olacak sanmıştı. Büyük bir bıçakla elini yarıp annesine koşmuş, düştüğü yerde cam parçaları olduğuyla ilgili uzun bir yalan fırlatmıştı. Annesinin gözleri öfkeyle dolup taşmıştı. Çok acıyan elini bir kenara ittirip "Yeter artık! Hastasın sen!" diye bağırmıştı.
Genç kız elini temizlemek isteyen babasına fırsat vermeden beceriksizce bir bez bağlamış, evden fırlamadan önce hızlıca bir odasına girmişti.
Kafasında hep o soru yankılanıyordu.
Bunca zaman yaptıklarını hatırlıyordu. Bileğine demir çubukla toplam 3,056 kere vurmuştu, her gün en az bir kere kollarını çizerdi, uyumadan önce saçlarını çekiştirip kafa derisini tırnaklamalıydı. Ruh haline göre kolunu kapı arasına yaslayıp kapıyı üstüne kapattığı olurdu. Bilerek taşlara takılırdı, kapanmak üzere olan ağır kapılara parmaklarını uzatırdı, dilini ısırıp kanatırdı, ayaklarının altına iğneler batırırdı.
Annesi şu alnındaki yara peyda olurken onu izliyordu, diğer pek çok şey olurken de sesini duymuş ya da izlerini bulmuştu. Yine de genç kızın bunları sakar olduğu için yaptığına inanıyordu.
Hasta olan kimdi?
Olup bitsin de bari yarasını sarayım diye bekleyen ama gıkını bile çıkarmayan babası mı? Kendisine yardım edebilecek insanlara annesi yalanlar anlatırken dili tutulan babası mı?
Aslında bir gün burun kanamasından ölürüm diye çok umut etmişti genç kız. Ama onu bekleyecek vakti yoktu artık.
Karganın sesini belli belirsiz duydu.
Adımlarını hiç bozmadan yürümeye devam etti ve sağ cebindeki elini ağır ağır çıkardı.
"Şimdi ölsem," diye düşündü. "Hiçbir şey olmaz."
Bıçağı şah damarına yaslayıp hiç tereddüt etmeden kaydırdı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder