Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

7 Ekim 2018 Pazar

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #28

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Doyeon, Veliaht Prens’in huzuruna gitmedi. Gidip gitmeyeceği sorgulanmadı bile. Lakin “yarın son gün” ne demekmiş, öğrenmek için eski günlerde yaptığı gibi erkek kılığına girip herhangi bir açıklama olup olmadığına bakmaya gitmeyi teklif etti.
Sarayın önüne altı erkek olarak vardıklarında, olağandışı bir kalabalıkla karşılaştılar. Herkes kulaktan kulağa biraz sonra gerçekleşecek idamdan ve okunacak fermandan bahsediyordu.
***
Zor değildi. Elinden gelen bir şey yoktu, her şey o kadar hızlı olmuştu ki biraz sonra kellesinin gideceği gerçeği onu pek etkilemiyordu. “En azından…” diye düşünüyordu içinden. “Nesillerce hanedana babalık eden, ülkenin en iyi ve yararlı evlatlarını yetiştiren, tek istediği halkın refahı olan Âlim Efendi’nin ölümünü yazacak tarih. Onu öldürenin aciz, öfkeli bir çocuk olduğunu da…”
Ölmeden önce veda etmesi gereken insanlar olduğunun farkındaydı. Lakin mühim değildi. Birkaç güç içinde bütün birlik peşinden gelecekti nasılsa. Kaderde varsa bir sonraki hayatlarında da birbirlerine tutunabilen, vicdanlı insanlar olurlardı.
Yüzünde ince bir tebessümle; sorgulardan kalma kanlar beyaz elbiselerini kirletmemiş, saçları mahvolmamış, ayakları çıplak değilmiş gibi emin adımlarla çıktı meydana. Ardından yine kendisi gibi emin adımlarla gelen talebeleri olduğunu bilerek…
Gerçekten zor değildi. Dizlerinin üstüne, sofraya oturur gibi çökmüştü. Okunan fermanı şiir dinler gibi… Veliaht Prens’in girişi ilan edildiğinde bile titrememişti yüreği.
İbret mi olacaktı insanlara, yoksa gözlerini mi açacaktı ölümü; bilmiyordu. Lakin kalabalığın içinde kendisi için ağlayan insanları seçebilmek ölümünün bile ne faydalı olduğunu gösteriyordu. Dudaklarındaki tebessüm gözlerine yayıldı. Gurur duyuyordu kendisiyle, talebeleriyle ve birliğiyle. Kendileri ölse de bu devran dönmeyecek miydi? Elbet bir gün, isimleri hatırlanırdı. İzlerinden gelirdi kendileri gibi insanlar.
İşte orada, ağlayan yaşlı bir adamın yanında esmer tenli bir delikanlı vardı. Birine çok benziyordu. Yanındakiler de… Yanındakiler de hiç yabancı değillerdi.
Kimdi bunlar? “Doyeon,” diye geçirdi aklından. “Dohwa. Hyeyeong.”
Aniden kısıldı yüreği. Zordu artık. Şimdi zordu. “Jaehwan da burada. Oğlum… Taekwoon da gelmiş.” Talebelerinden Wonsik’i seçmek de zor olmadı. Ağzı hafifçe aralandı. Bir şey söylemek istedi. Sanki kalabalığın gürültüsü susmuştu da kızlarının hıçkırıklarından, karısının usulca mırıldandığı duasından başka bir şey duymuyordu. Onlara seslenmek geldi içinden. “Affedin,” demek istedi.
Sonra kulaklarında uğuldayan hıçkırıkların arasından duydu verilen vurun emrini. Ardında yükselen keskin kılıcın gölgesini gördü yerde. Açtı ağzını. Karısıyla gözleri kilitlenmişti o son anda. “Kırmızı Kamelya çok yaşa!”
Talebeleri hep bir ağızdan tekrarladı: “Kırmızı Kamelya çok yaşa!”
***
Hiçbiri, hiçbiri gözlerini kaçırmadı yumuşak yanaklı başı yere düşerken Âlim Efendi’nin. Hepsi kocaman açılmış gözlerle izledi.
İşleri bittiğinde Taekwoon kalabalığa şöyle bir baktı. Kendisi için kurulmuş tahtında dimdik oturan Veliaht Prens’i gördü. Onun da gözlerini ayırmadan baktığı biri vardı: Doyeon.
“Hemen gitmeliyiz, hanımım,” dedi sessizce, yanındakilere dönmeden. “Burada olduğumuzu fark eden birisi var.”
Dohwa başını eğdi. “Ben de gördüm.”
Hep beraber dönüp kalabalığın arasında ilerlemeye başladılar. Her an peşlerinden birinin gelebileceğini unutup ağır ağır gittiler eve.
Hyeyeong Hanım kızlarını alıp odaya girdi. Çıktıklarında üçüne de hiç yakışmayan yas esvaplarını giymişlerdi. Dohwa ve Doyeon geldiklerinden beri hiç durmadan sessiz bir gözyaşı dökme merasimi içerisindeydiler.
Evin hanımı tedirgin bir edayla evin bahçesinde volta atan Âlim Kim’i işaret ederek “Bu çocuğu da alıp git Jaehwan,” dedi. “Kaçabilirseniz kaçın, saklanabilirseniz saklanın. Bir başkasının daha bizim yüzümüzden kurban oluşunu göremem.”
“Hanımım…”
“Taekwoon, evladım. Sen de onlarla gitmek ister misin?”
“Nezaketiniz ve iyi yüreğiniz yüzünden bu soruyu sorduğunuzu varsayıp cevap bile vermeyeceğim hanımım.”
“Ben de öyle düşünmüştüm.” Birbirlerine gülümsediler. “Hadi siz de gidin artık. En azından vedalaşıp ayrılmış olalım.”
“Hanımım…” Jaehwan’ın sözleri boğazına düğümlendi. Daha fazla konuşamayacağını fark ederek genç âlimi yanına çağırmaya gitti. Ona gitmelerini gerektiğini diğerlerinden uzakta söyledi.
Wonsik sundurmaya çıkıp diğerleriyle vedalaşmak istediğinde Jaehwan hanımının önünde durup ona çocukların anne babalarına yaptığı gibi selam verdi. “Anne,” dedi tüm cesaretini toplayıp. “Bunca zaman beni evlatlarınızdan ayırmayıp karnımı doyurduğunuz, giydirdiğiniz, ev verdiğiniz, umut verdiğiniz ve… En çok da sevdiğiniz için teşekkür ederim. Unutmayacağım. Anne…”
Bunca zaman önlerinde tek bir gözyaşı dökmeyen hanımefendinin gözleri doluverdi. Oturduğu yerden uzanıp evladının yere eğilmiş başını okşadı. “Ben de teşekkür ederim oğlum. Beni annen olarak gördüğün ve oğlum olduğun için…”
Genç âlim gözyaşlarına hakim olmaya çalışarak Taekwoon’a döndü. Delikanlı eğilerek selamlamak istediyse de Wonsik onun tutup kendine çekti. Sıkıca sarıldı. “Kendine iyi bak.”
“Siz de… Siz de beyim.”
Sonra onu bırakıp Dohwa’ya döndü. El sıkıştılar. Doyeon bir köşede onları izliyordu. Sanki unutulmak istiyordu, vedalaşmak istemiyordu.
Jaehwan ona döndüğündeyse kendini tutamadı, kollarına bırakıverdi. “Abi…” dedi hıçkırıklarının arasından. “Abim…”
“Doyeoncuğum… Biricik kız kardeşim. Özleyeceğim seni.”
“Özür dilerim. Hiçbir şey yapamadım.”
“Öyle deme. Hiçbirimiz bir şey yapamadık.”
Genç âlim Hyeyeong Hanım’a selam veriyordu onlar konuşurken. “Sağ ol evladım. Sana karşı nasıl mahcubum bir bilsen…”
“Olmayınız hanımım.”
Doyeon’u bırakıp Dohwa’ya döndü Jaehwan. Genç kadının gözlerinden akan yaşlar kar taneleri kadar sessizdi. “Sonumuz böyle mi olacaktı?”
“Böyle oldu.”
“Arkadaşım olduğun için teşekkür ederim Jaehwan.”
“Pişmanlığım yok Dohwa. Sonsuza kadar arkadaşım kalacaksın.” Küçük kardeşininkinden daha zarif ve sade bir edayla sarıldı dostuna. Başını omzuna koyup bekledi bir süre. Daha önce hiç sarılmamışlardı. Birbirlerine hiç arkadaş da dememişlerdi. Yürekte kalanları dökmek için güzel bir andı.
Jaehwan’ın parmakları usul usul omzunu okşuyordu genç kadının.
Diğerleri, orada bulunan diğer iki arkadaş da birbirine dönmüştü şimdi. Sıkıca birbirlerinin ellerini tuttular. Teşekkür edip özür dilediler birbirlerinden. O an, o günkü bedenleriyle değil de çocukluklarındaki bedenleriyle oradaydılar sanki. Bir yerlerden Sanghyuk onlara seslenecekmiş ya da Hongbin sinsi bir oyunla ikisini de yere düşürecekmiş gibi hissettiler.
İkisi de olmadı. Taekwoon abisinin yüzüne hiç bakmadan onları kapıya kadar geçirmeyi teklif edip hızla sundurmadan indi. Bahçenin sonuna varana kadar hep başı eğikti.
Elini kapının iri tokmağına koyup yere bakmaya devam ederek şöyle söyledi: “Ben artık öleceğim abi.”
Abisi derin bir nefes aldı. “Ben de… Ben de öleceğim aslanım.”
“Biz kılıç kardeşiyiz ya hani. Unutmuşsundur diye. Birimiz ölürse… Diğerimiz sağ kalamayız diye.”
“Merak etme. Artık yaşamaya niyetim kalmadı benim de.”
“Sağ ol abi. Şu can alan kılıçta can bulmayı öğretip kılıç kardeşim olduğun için…”
“Benim minnettar olduklarımdan çok… Özür dilemek istediklerim var sana karşı Taekwoon.”
“Olmaz. Teşekkür et bana. Diğerini duymak istemiyorum.”
“Hana sarhoş geldiğim gecelerde, sundurmada uyurken üstümü örttüğün için teşekkür ederim.”
Gülümsedi delikanlı. Bırakamayacağından korktuğu için kısaca sarıldı abisine. Kimselere görünmemek için, arkalarından bile bakamadan hızla kapattı kapıyı.
***
Veliaht Prens idamın ardından meclise çıkmış, ucu saraya dokunan köleleştirme emrine hararetle karşı çıkan vekilleri dinler gibi yapmıştı. Birliğin hazinesinden ele geçirilen toprakların özelleştirileceği sözünü vererek ağızlarına bir kaşık bal çalıp konutuna döndü.
Efendi Lee sabah çıkarken bıraktığı yerde, ayakta dikiliyordu. Yerine oturmak için önünden geçerken elini omzuna koyup ona gülümsedi. Bir karşılık alamadı.
“Hanyang’da olup hala tutuklanmamış üyeleri aramak ve idam edilenlerin ailelerini almak için gönderdiği ekip çoktan yola çıktı.”
“Evet, Prens Hazretleri…”
“Şehir dışında bulunanlar içinse özel askerler görevlendirdim.”
“Evet efendim.”
“Yapmam gereken tek bir şey kaldı öyleyse.”
“Nedir Prens Hazretleri?” Gözleri umutla dolan genç adam günlerdir kaldırmadığı başını kaldırıp Veliaht Prens’e baktı. Gidip eski dostunu kimselere fark ettirmeden kurtarmasını ve kaçırmasını mı söyleyecekti? Belki… En azından bu kadarını yapardı. Lakin duyduğu şey, umduğu şeye yaklaşmıyordu bile.
“Cha Hakyeon’un evine sen gideceksin.”
“E… Efendim?”
“Oraya gidip ailesinin tutuklanması işini sen halledeceksin. Sonra Doyeon’u… Buraya getireceksin. Saray cariyesi olup bana hizmet edecek.”
“Majesteleri…”
“Derhal.”
Genç efendi kılıcının kınını sıkacak kadar sıkı tutuyordu, dişlerini de kıracak kadar çok sıkıyordu. Elbiseleri yüreğindeki öfkeyi hissetse paramparça olup bedeninden sıyrılırdı. “Emredersiniz,” dedi güçlükle.
Kapıdan çıkarken gideceği yere karar verdi.
***
Kamelyalı evin arka kapısını kısa boylu bir hizmetkâr usulca çaldı. İçeriden Hyeyeong Hanım’ın güçlü sesi duyuldu. Kapıyı açan delikanlının elinde bir kılıç vardı.
“Ne istersin?”
“Hanımımın emanetini teslim etmeye geldim.”
“Çekil Taekwoon.” Hanımefendi uzanıp kapının önünde duran güçlü atın iplerini tutuverdi. “Sağ olasın. İyiliğini nasıl öderim?”
“Lafı olmaz, hanımım. Babam, ben, çocuklarım sizin sayenizde tutunabildik. Siz ki torunlarıma bile bir hayat verdiniz. Ben size bir at vermişim, çok mu?”
At bahçeye girip çiçeklerin arasında ağır ağır yürümeye başladığında Dohwa gözlerini kaçırdı. Bu atın ne demek olduğunu bilmeyen tek kişiyse sundurmadan inip annesinin yanına koştu.
“Bu da nedir?”
“Kalanların garantisi, güzel kızım.”
“Ne garantisi?”
“Dohwa, yavrum. Hadi yemek yapalım da karnımızı doyuralım.”
***
“Nereye gitsek?”
“Bilmiyorum abi…”
“Keşke sana da bir kılıç bulsaydık…”
“Evet… Hançerim var sadece.”
“Ee nereye gidiyoruz?”
“Bilmem.”
Jaehwan derin bir nefes alıp gözleri boşluğa bakan genç âlimin yönünü kesti. “Nereye? Gidiyoruz?” diye sordu tane tane.
“Aslında…” dedi uyanır gibi Kim Wonsik. “Bizim evdekiler… Gitmiş mi diye… Aklım takılmıyor değil.”
“Hiç söyleyemeyeceksin sandım! Hadi gidelim.”
***
Ön kapıya gürültüyle vurulduğunu duyunca Dohwa elinde tuttuğu tepsiyi düşürüyordu az daha.
“Majesteleri Yüce Kral’ın emrini kabul edin!”
Taekwoon ve Hyeyeong Hanım göz göze geldi. Evin büyük kızı tepsiyi yavaşça aldığı yere bırakıp Doyeon’u çevik bir hareketle yakalayan ikiliye yaklaştı.
“Artık gidin.”
Kapıdaki gürültüler artarken evdekiler, Doyeon’un çırpınışlarına karşın çoktan arka bahçedeki atın yanına ulaşmışlardı. Genç kız bütün bedeniyle ellerinden kurtulmaya çabalıyor, yine de olabildiğince sessiz davranıyordu.
“Ne yapıyorsun anne?” diye fısıldıyordu sürekli, sesi çaresiz…
“Seni almalarına müsaade etmeyeceğim. Birimiz de olsa yaşayıp davamızı sürdürmeli Doyeon.”
“Niye ben? Neden ben sizin şu lanet davanızı üstlenmek zorundayım her defasında? Anacağımın yanında can vermeyi bile çok mu görüyorsunuz bana?”
“Seni koruyacak biri var ya Doyeon…” Ablasının gözleri atın eyerini ayarlayan delikanlıya döndü. “O yüzden… Yaşayabileceğine inanıyoruz ya…”
“Nasıl böyle konuşursun? Sizin yanınızda öleceğim diyorum.”
“KIRIN KAPIYI!”
“Hepimiz ölmeden önce gidin hadi.” Taekwoon ata atlayıp anne ve ablasının ittirdiği Doyeon’u da arkasına çekti. Dohwa koşup arka kapıyı açtı.
Hyeyeong Hanım kızının pamuk elini koklayıp öptü. “Yolun açık olsun Doyeon. Anneni affet.”
“Anne…”
“Hadi gidin artık!”
Taekwoon başıyla selam verip atı dehledi. Hızınıysa yavaş tuttu ki son bir kez elleri dokunabilsin kız kardeşlerin.”
“Abla…”
“Yaşamalısın Doyeon. Bir dahaki ömrümde yine senin ablan olacağım.”
Genç kadın elinin içinden kayıp giden kardeşinin elinin sıcaklığını hiç unutmamak için dua ederek kapattı kapıyı. Gidişlerini izlemeye bile vakit yoktu.
Hemen eve koşup kılıçlarını aldılar ve bahçeye paldır küldür giren iri yarı askerlerin karşısına dizildiler. Eli silahlı iki kadın görmeyi beklemeyen adamlar şaşırmışlardı. Yalnızca bir emir okuyup tutuklama işini hızla bitireceklerini sanıyorlardı.
Dohwa çok iyi başlamıştı. Bu adamların hepsini alt edebileceklerini düşündürecek kadar… Lakin annesinin gözyaşlarını yakaladığı bir an dikkati dağıldı ve kendisi de ağlamaya başladı. Az evvel kardeşinden sonsuza dek ayrıldığının ayırdına vardı ağır ağır. Görüşü bulanıklaştı. Annesini silahsız bırakıp diz çöktürdüklerini ve boynunun tam yanında bir kılıç olduğunu fark etmesi zaman aldı.
Az evvel yaraladığı askerlerin arasında duran annesinin yanına oturttular onu da.
“Evi arayın. Doyeon Hanım’a zarar vermeden dışarı çıkarın.”
Askerler birer birer odaları, mutfağı ve arka bahçeyi kontrol ettiler.
“Temiz.”
“Temiz.”
“Temiz.”
Sorumlu olduğu her halinden belli olan, Dohwa’nın boynuna kılıç dayayan adam kaşlarını çattı. “Doyeon Hanım nerede?” diye sordu kibarca. “Veliaht Prens Hazretleri onu huzuruna istedi. Sizlerse köle olarak satılacaksınız.”
“Doyeon mu?” dedi Hyeyeong Hanım kızına bakarak. “Nerede Doyeon?”
“Benim yenimde anneciğim.” Genç kadın göz göre göre elini yenine soktu.
“Öyle mi? Benim de saçıma takılmış işe bak.”
“Ne saçmalıyorsunuz?”
İki kadın da hançerlerini birer hediye bulmuş gibi çıkardılar. Keskin uçlarını boğazlarına dayayıp haykırdılar: “Doyeon için!”
Bedenleri birbirlerine doğru devrildi. Kalan son güçleriyle kucaklaşıp yıkıldılar yere. Son nefesleriyle gülümsediler birbirlerine. Onurlu bir ölümün güveni vardı, son nefeslerini verdikten sonra bile hançerleri sımsıkı tutan ellerinde.
***
Gözyaşları kısa bir yolculuğun ardından durulmuştu. Sırtına başını yasladığı beyinin yanağını okşadı henüz ıslak olan parmaklarıyla. Delikanlının ağladığını da o zaman fark etti.
“Durun beyim.” Ne bir cevap duydu ne de bir yavaşlama isteği sezdi. Omzuna bir öpücük kondurdu. “Durunuz beyim, rica ediyorum.”
“Olmaz.”
“Nereye gidiyoruz ki zaten? Durun da bir konuşalım.”
Durduklarında genç kız attan inmek istedi. İkisi birlikte ormanın ortasında bir ağacın altına oturdular.
“Doyeon…”
“Durun beyim. Önce benim konuşmama müsaade edin. Benim kaçmak ya da yaşamak gibi bir niyetim yok. Şu lanet olası davaya da en ufak bir gönül vermişliğim kalmadı, bilirsiniz. O yüzden beni…” Genç kadın annesi ve ablasının şu an muhtemelen hayatta olmadıkları gerçeğiyle aniden yüzleşti. Gözleri yeniden yaşlarla doldu. “Beni de… Korkmadan ölebileceğim bir yere… Götürün.”
Delikanlı onun elini tuttu. “Teşekkür ederim Doyeon.”
“Efendim?”
“Benden seni… Ömrümün sonuna kadar korumamı istersin diye… Korktum. Zira benim de ömrüm bitmek üzere. Yaşayacak bir şeyim kalmadı.”
Genç kız başını delikanlının omzuna koydu. “O zaman beni götürün beyim. İkinci anneme…”
***
Âlim Kim titreyen ayaklarıyla hiçbir şey olmamış gibi sessiz ve derli toplu duran evin bahçesine girerken Jaehwan gözyaşlarını yutmaya çabalıyordu.
“Anne?” Ayakları gibi sesi de titriyordu. “Jiwon?” Bahçeyi geçip eve iyice yaklaştı. “Baba?”
Kılıç ustası onun içeri girmek istemediğini fark edip bu görevi üstlenmeye karar verdi. Her kapıyı “Müsaade buyurunuz,” diyerek açtı, sanki onu duyabilecek biri varmış gibi. Kümese kadar kontrol ettikten sonra sundurmanın merdivenlerine oturmuş, ellerini yüzüne kapatmış çocuğun yanına çöktü.
“Gitmişler.”
“Evet.”
“Böylesi daha iyi…” Gözlerinden yaşlar süzülürken gülümsemeye çalışıyordu. “Daha iyi oldu.”
“Tabii ki… En azından kendi ayaklarıyla çıkıp gittiler.”
“Evet.”
Arka bahçeden bir çıtırtı duyuldu. Jaehwan çevik bir hareketle kılıcını çekip gardını koruyarak o tarafa yöneldi. İki saksağanın ağacın gölgesinde oynaştıklarını görünce kolları gevşedi, adımları durdu. Derin bir nefes aldı. Buradan hemen çıkmalılardı. Şimdi…
Geri dönmeye kalmadan ayak sesleri duydu. “Majesteleri Yüce Kral’ın emrini kabul edin!”
Kapıyı açık bırakmamalılardı. Sundurmanın altına saklanıp başını görünmeyecek şekilde uzattı. Yalnız dört asker göndermişlerdi. Veliaht Prens arkadaşının ve onun ailesinin zorluk çıkarmadan teslim olacağına inanmıştı anlaşılan.
Kafasında hızla bir hesap yapmaya çalıştı. Dördünü birden haklamalıydı, dışarıda destek için bekleyenler de olabilirdi. Kolay sayılırdı, içindeki bu öfke kılıcına yansıdı mı önünde Kral bile duramazdı.
“Ev ahalisi! Majesteleri Yüce Kral’ın emrini kabul etmek için dışarı çıkın!”
Wonsik korkmuş gözükmüyordu. Yalnızca yorgun, hatta umursamazdı. Az evvel çıkardığı gözlüğünü takıp başını kaldırdı. “Yoklar,” dedi. “Hepsi öldü.”
“Öldü de ne demek? Onların bedeni artık hanedana aittir.”
“Ben öldürdüm. Ben.”
Askerin öfkelendiği yüzünden belli oluyordu. Dişlerini sıktı. “Âlim Kim Wonsik, Kırmızı Kamelya adlı birliğe üye olmasından mütevellit hain ilan edilmiş ve idam cezasına çarptırılmıştır. Öldürün.”
Öne çıkan adam kılıcını kaldırdığında gözyaşları terine karışan genç âlim başını ve omuzlarını iyice dikleştirdi. Jaehwan kendisine kaçmak için zaman kazandırmaya çalıştığını; bu yüzden kendisinden tarafa hiç bakmadığını, hatta onu kurtarmaya dahi gelmesini beklemediğini anladı. Yeniden gardını aldı ve saldıranın kılıcı havaya kalktığında dışarı çıkmaya hazırlandı.
Tam o anda bahçenin öte tarafından birinin atladığını gördü. Bu kişi öylesine hızlı davranıp Wonsik’e yaklaşmıştı ki onu öldürmeye hazırlanan genç asker onu fark edememişti bile. Kılıcıyla dostunu koruyup diğerleriyle arasına giren bu kişi Efendi Lee Hongbin’den başkası değildi.
Bu defa tüm askerler hazır duruma geldiler.
Başlarındaki onu tanıyınca durmalarını emretti. “Beyim, Yüce Kral’ın emri…”
“Biliyorum. Lakin siz de bilirsiniz ki Âlim Kim, Veliaht Prens’in çok sevgili bir dostudur. Ben de onun emriyle onu korumaya geldim.”
“Bize böyle bir şey söylenmedi.”
Doyeon’un evine girip onu Veliaht Prens’e canlı götürmesi için kendisine verilen kraliyet mührünü kuşağından çıkarıp karşısındakilerin ayağının dibine attı.
“Buna da mı inanmayacaksınız?” Hala tereddüttelerdi, bir yem daha atmak gerekiyordu. “Yanlış giden bir şey olursa sorumluluğu ben alacağım. Veliaht Prens bu iyiliğinizi unutmayacaktır.”
Askerler toparlanıp kılıçlarını kınlarına soktular. “Efendi Lee’ye güveneceğim,” dedi başlarındaki. “Ayrıca bu mührü sorumluluk alacağınıza dair bir söz olarak yanımda götüreceğim.”
“Nasıl istersen.”
Onlar kapıdan çıkar çıkmaz Jaehwan da saklandığı yerden çıktı. Gidip kapıyı kapatmaya karar verene kadar üçü sessizce birbirine baktı.
Kapıyı kilitlerken Efendi Lee’nin kılıcının yere düştüğünü duydu. O tarafa döndüğünde dizlerinin üstüne çöktüğünü de gördü. Wonsik elini ona doğru uzatmıştı. “Hongbin… Kardeşim…”
Genç efendi hıçkırıklara boğuldu aniden. Başını dostunun dizlerine yaslayıp durmadan, defalarca özür diledi. Âlim Kim’in az önce yaşadıkları yüzünden titreyen elleri onun sırtını okşuyordu ağır ağır.
Kılıç ustası onlara günler, aylar vermek istedi. Yıllarca ağlaşsalar da bitmeyecek bu acıyı rahatça yaşasınlar istedi. Lakin elinden gelen yalnızca iki dakikaydı.
İstemeye istemeye “Efendiler,” diye seslendi dikildiği yerden. “Şimdi gitmezsek bizi kurtaracak ikinci bir mührümüz yok.”
***
“Teyze! Gongju Teyze, aç kapıyı.”
İçeriden tıkırtılar geliyor, küçüklerin engelleyemediği telaşlı fısıltıları duyuluyordu. Kapıyı açmamaları emredilmiş olmalıydı.
“Çocuklar ben Doyeon ablanız. Açın kapıyı. Yardımınıza ihtiyacım var.”
“Anne… Doyeon Abla gelmiş.”
Hızlı ayak seslerinin ardından kapı bir göz açıldı. Genç kız sevgilisinin tuttuğu elini heyecanla sıkarak içeri bakmaya çalıştı. Bir an sonra içeri alınmış, sundurmaya oturtulmuşlardı. Hiçbir soru sormadan yemek ikram ediyorlardı şimdi de. Belki de Doyeon’un üstündeki yas esvabı pek çok şeyin cevabı olmuştu onlar için.
Vakit öğleden sonraydı. Bahçesinde her zaman çocukların koşturduğu bu eve bile uğramıştı sabah atılan “Kırmızı Kamelya çok yaşa!” naraları, sabilerin bile sesini kesivermişti.
Taekwoon bu defa kılıcını saklamasını istemedi evin sahibinden. Zira evin sahibinin ve ergenliğe yeni girmiş evlatlarının bile kılıçları bahçedeki masanın üstünde duruyordu. Hazırlıklılardı.
“Neden geldiğimizi sormayacak mısın teyze?”
“Neden geldiğin önemli değil. Gitme yeter.”
“Teyze…”
Delikanlı başını eğdi. Gözleri dolmuştu.
“Sen de benim bir çocuğumsun. Taekwoon sen de öylesin. İkinizi de, aha şu çocukları nasıl bırakmayacaksam öyle bırakmayacağım. Yemek yer misiniz?”
Tekrarlanan bu teklife karşı koyamadı. Belki de beraber yedikleri, hatta ömürlerinde yedikleri en son yemek olacaktı bu. “Evet hanımım. Lütfen Doyeon’la bana yemek koyun.”
Sofraya kurulduklarında etraflarını çocuklar sardı. Sanki bu ikisinin yemek yemesi hayatlarında hiç görmedikleri özel bir olaymış gibi izliyorlardı.
“Yosun çorbası,” dedi Gongju Hanım. Evin en büyük çocuğunun kucağında duran bebeği alıp yanlarına oturdu. “Bugün, Hakyeon’un ilk doğum günüydü. En küçüğümüz…”
O sabah idam edilişini izlediği babasının adını duyunca ağzındaki bütün çorbayı püskürttü Doyeon. Bir Hakyeon’un doğum günü, bir diğerinin ölüm günüydü demek.
Taekwoon’un da iştahı kaçıvermişti. Lakin kendini zorladı. Güce ihtiyacı olacaktı. Çok fazla güce…
***
Veliaht Prens’in konutuna aynı anda iki asker ulaşmış, iki farklı, iki can sıkıcı haber getirmişti. Biri Doyeon Hanım’ın evde olmadığını, nereye gitmiş olabileceğiyle ilgili herhangi bir bulamadıklarını iletiyordu. Diğeriyse Âlim Kim hakkında verilen emri yerine getirdiklerini…
“Ne emri?” diye sormuştu öfkeyle dikilerek. Sanki ilk haber onu yeterince sinirlendirmemiş gibi… “Ben emir falan vermedim.”
Asker kızarıp bozarmıştı. “İdam edilmek üzereyken… Efendi Lee gelip sizin… Şey…” Elinde tuttuğu kraliyet mührünü Prens’e doğru uzattı. “Onu alıp götürdü, Majesteleri. Sorumluluğu alacağını söyledi.”
 “Gidip ikisini de bulup Kim Wonsik’i öldürün. Yanlarında dolaşan Jaehwan denen kılıç ustasını da… İkisinin kellesiyle Hongbin’i sağ getirmeden… Sakın… Gelmeyin…” Mührü parmaklarının arasında parçalayacak kadar sıktı. “Ayrıca sen…” Şimdi diğer askere bakıyordu. “Gidip Doyeon’u getir. Nerede bulacaksan bul. Kanlı canlı buraya gelmezse, bir daha kanlı canlı bu saraydan çıkamazsın. Gerekirse bütün birliklere bu dördünü aradığınızı haber verin.”
“Emredersiniz.”
Askerler odadan çıktıktan sonra elinde parça parça olan mührü odanın karşısına fırlatıp var gücüyle bağırdı.
Birini daha kaybetmişti.

2 yorum:

  1. Sen napıyorsun Sanghyuk

    YanıtlaSil
  2. Bu bölüme yazdığım yorum öncekine gitti az önce sebebini bilmiyorum mobil saçmalığı...

    YanıtlaSil