Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
Doyeon, Veliaht Prens’in
huzuruna gitmedi. Gidip gitmeyeceği sorgulanmadı bile. Lakin “yarın son gün” ne
demekmiş, öğrenmek için eski günlerde yaptığı gibi erkek kılığına girip
herhangi bir açıklama olup olmadığına bakmaya gitmeyi teklif etti.
Sarayın önüne altı
erkek olarak vardıklarında, olağandışı bir kalabalıkla karşılaştılar. Herkes
kulaktan kulağa biraz sonra gerçekleşecek idamdan ve okunacak fermandan
bahsediyordu.
***
Zor değildi. Elinden
gelen bir şey yoktu, her şey o kadar hızlı olmuştu ki biraz sonra kellesinin
gideceği gerçeği onu pek etkilemiyordu. “En azından…” diye düşünüyordu içinden.
“Nesillerce hanedana babalık eden, ülkenin en iyi ve yararlı evlatlarını
yetiştiren, tek istediği halkın refahı olan Âlim Efendi’nin ölümünü yazacak
tarih. Onu öldürenin aciz, öfkeli bir çocuk olduğunu da…”
Ölmeden önce veda
etmesi gereken insanlar olduğunun farkındaydı. Lakin mühim değildi. Birkaç güç
içinde bütün birlik peşinden gelecekti nasılsa. Kaderde varsa bir sonraki
hayatlarında da birbirlerine tutunabilen, vicdanlı insanlar olurlardı.
Yüzünde ince bir
tebessümle; sorgulardan kalma kanlar beyaz elbiselerini kirletmemiş, saçları
mahvolmamış, ayakları çıplak değilmiş gibi emin adımlarla çıktı meydana.
Ardından yine kendisi gibi emin adımlarla gelen talebeleri olduğunu bilerek…
Gerçekten zor değildi.
Dizlerinin üstüne, sofraya oturur gibi çökmüştü. Okunan fermanı şiir dinler
gibi… Veliaht Prens’in girişi ilan edildiğinde bile titrememişti yüreği.
İbret mi olacaktı
insanlara, yoksa gözlerini mi açacaktı ölümü; bilmiyordu. Lakin kalabalığın
içinde kendisi için ağlayan insanları seçebilmek ölümünün bile ne faydalı
olduğunu gösteriyordu. Dudaklarındaki tebessüm gözlerine yayıldı. Gurur
duyuyordu kendisiyle, talebeleriyle ve birliğiyle. Kendileri ölse de bu devran
dönmeyecek miydi? Elbet bir gün, isimleri hatırlanırdı. İzlerinden gelirdi
kendileri gibi insanlar.
İşte orada, ağlayan
yaşlı bir adamın yanında esmer tenli bir delikanlı vardı. Birine çok
benziyordu. Yanındakiler de… Yanındakiler de hiç yabancı değillerdi.
Kimdi bunlar? “Doyeon,” diye geçirdi aklından. “Dohwa. Hyeyeong.”
Aniden kısıldı yüreği.
Zordu artık. Şimdi zordu. “Jaehwan da
burada. Oğlum… Taekwoon da gelmiş.” Talebelerinden Wonsik’i seçmek de zor
olmadı. Ağzı hafifçe aralandı. Bir şey söylemek istedi. Sanki kalabalığın
gürültüsü susmuştu da kızlarının hıçkırıklarından, karısının usulca
mırıldandığı duasından başka bir şey duymuyordu. Onlara seslenmek geldi
içinden. “Affedin,” demek istedi.
Sonra kulaklarında
uğuldayan hıçkırıkların arasından duydu verilen vurun emrini. Ardında yükselen
keskin kılıcın gölgesini gördü yerde. Açtı ağzını. Karısıyla gözleri
kilitlenmişti o son anda. “Kırmızı Kamelya çok yaşa!”
Talebeleri hep bir
ağızdan tekrarladı: “Kırmızı Kamelya çok yaşa!”
***
Hiçbiri, hiçbiri
gözlerini kaçırmadı yumuşak yanaklı başı yere düşerken Âlim Efendi’nin. Hepsi
kocaman açılmış gözlerle izledi.
İşleri bittiğinde
Taekwoon kalabalığa şöyle bir baktı. Kendisi için kurulmuş tahtında dimdik
oturan Veliaht Prens’i gördü. Onun da gözlerini ayırmadan baktığı biri vardı:
Doyeon.
“Hemen gitmeliyiz,
hanımım,” dedi sessizce, yanındakilere dönmeden. “Burada olduğumuzu fark eden
birisi var.”
Dohwa başını eğdi. “Ben
de gördüm.”
Hep beraber dönüp
kalabalığın arasında ilerlemeye başladılar. Her an peşlerinden birinin
gelebileceğini unutup ağır ağır gittiler eve.
Hyeyeong Hanım
kızlarını alıp odaya girdi. Çıktıklarında üçüne de hiç yakışmayan yas esvaplarını
giymişlerdi. Dohwa ve Doyeon geldiklerinden beri hiç durmadan sessiz bir
gözyaşı dökme merasimi içerisindeydiler.
Evin hanımı tedirgin
bir edayla evin bahçesinde volta atan Âlim Kim’i işaret ederek “Bu çocuğu da
alıp git Jaehwan,” dedi. “Kaçabilirseniz kaçın, saklanabilirseniz saklanın. Bir
başkasının daha bizim yüzümüzden kurban oluşunu göremem.”
“Hanımım…”
“Taekwoon, evladım. Sen
de onlarla gitmek ister misin?”
“Nezaketiniz ve iyi
yüreğiniz yüzünden bu soruyu sorduğunuzu varsayıp cevap bile vermeyeceğim
hanımım.”
“Ben de öyle
düşünmüştüm.” Birbirlerine gülümsediler. “Hadi siz de gidin artık. En azından
vedalaşıp ayrılmış olalım.”
“Hanımım…” Jaehwan’ın
sözleri boğazına düğümlendi. Daha fazla konuşamayacağını fark ederek genç âlimi
yanına çağırmaya gitti. Ona gitmelerini gerektiğini diğerlerinden uzakta
söyledi.
Wonsik sundurmaya çıkıp
diğerleriyle vedalaşmak istediğinde Jaehwan hanımının önünde durup ona
çocukların anne babalarına yaptığı gibi selam verdi. “Anne,” dedi tüm
cesaretini toplayıp. “Bunca zaman beni evlatlarınızdan ayırmayıp karnımı
doyurduğunuz, giydirdiğiniz, ev verdiğiniz, umut verdiğiniz ve… En çok da
sevdiğiniz için teşekkür ederim. Unutmayacağım. Anne…”
Bunca zaman önlerinde
tek bir gözyaşı dökmeyen hanımefendinin gözleri doluverdi. Oturduğu yerden
uzanıp evladının yere eğilmiş başını okşadı. “Ben de teşekkür ederim oğlum.
Beni annen olarak gördüğün ve oğlum olduğun için…”
Genç âlim gözyaşlarına
hakim olmaya çalışarak Taekwoon’a döndü. Delikanlı eğilerek selamlamak
istediyse de Wonsik onun tutup kendine çekti. Sıkıca sarıldı. “Kendine iyi
bak.”
“Siz de… Siz de beyim.”
Sonra onu bırakıp
Dohwa’ya döndü. El sıkıştılar. Doyeon bir köşede onları izliyordu. Sanki
unutulmak istiyordu, vedalaşmak istemiyordu.
Jaehwan ona
döndüğündeyse kendini tutamadı, kollarına bırakıverdi. “Abi…” dedi
hıçkırıklarının arasından. “Abim…”
“Doyeoncuğum… Biricik
kız kardeşim. Özleyeceğim seni.”
“Özür dilerim. Hiçbir
şey yapamadım.”
“Öyle deme. Hiçbirimiz
bir şey yapamadık.”
Genç âlim Hyeyeong
Hanım’a selam veriyordu onlar konuşurken. “Sağ ol evladım. Sana karşı nasıl
mahcubum bir bilsen…”
“Olmayınız hanımım.”
Doyeon’u bırakıp
Dohwa’ya döndü Jaehwan. Genç kadının gözlerinden akan yaşlar kar taneleri kadar
sessizdi. “Sonumuz böyle mi olacaktı?”
“Böyle oldu.”
“Arkadaşım olduğun için
teşekkür ederim Jaehwan.”
“Pişmanlığım yok Dohwa.
Sonsuza kadar arkadaşım kalacaksın.” Küçük kardeşininkinden daha zarif ve sade
bir edayla sarıldı dostuna. Başını omzuna koyup bekledi bir süre. Daha önce hiç
sarılmamışlardı. Birbirlerine hiç arkadaş da dememişlerdi. Yürekte kalanları
dökmek için güzel bir andı.
Jaehwan’ın parmakları
usul usul omzunu okşuyordu genç kadının.
Diğerleri, orada
bulunan diğer iki arkadaş da birbirine dönmüştü şimdi. Sıkıca birbirlerinin
ellerini tuttular. Teşekkür edip özür dilediler birbirlerinden. O an, o günkü
bedenleriyle değil de çocukluklarındaki bedenleriyle oradaydılar sanki. Bir
yerlerden Sanghyuk onlara seslenecekmiş ya da Hongbin sinsi bir oyunla ikisini
de yere düşürecekmiş gibi hissettiler.
İkisi de olmadı.
Taekwoon abisinin yüzüne hiç bakmadan onları kapıya kadar geçirmeyi teklif edip
hızla sundurmadan indi. Bahçenin sonuna varana kadar hep başı eğikti.
Elini kapının iri
tokmağına koyup yere bakmaya devam ederek şöyle söyledi: “Ben artık öleceğim
abi.”
Abisi derin bir nefes
aldı. “Ben de… Ben de öleceğim aslanım.”
“Biz kılıç kardeşiyiz
ya hani. Unutmuşsundur diye. Birimiz ölürse… Diğerimiz sağ kalamayız diye.”
“Merak etme. Artık
yaşamaya niyetim kalmadı benim de.”
“Sağ ol abi. Şu can
alan kılıçta can bulmayı öğretip kılıç kardeşim olduğun için…”
“Benim minnettar
olduklarımdan çok… Özür dilemek istediklerim var sana karşı Taekwoon.”
“Olmaz. Teşekkür et
bana. Diğerini duymak istemiyorum.”
“Hana sarhoş geldiğim
gecelerde, sundurmada uyurken üstümü örttüğün için teşekkür ederim.”
Gülümsedi delikanlı.
Bırakamayacağından korktuğu için kısaca sarıldı abisine. Kimselere görünmemek
için, arkalarından bile bakamadan hızla kapattı kapıyı.
***
Veliaht Prens idamın
ardından meclise çıkmış, ucu saraya dokunan köleleştirme emrine hararetle karşı
çıkan vekilleri dinler gibi yapmıştı. Birliğin hazinesinden ele geçirilen
toprakların özelleştirileceği sözünü vererek ağızlarına bir kaşık bal çalıp
konutuna döndü.
Efendi Lee sabah
çıkarken bıraktığı yerde, ayakta dikiliyordu. Yerine oturmak için önünden
geçerken elini omzuna koyup ona gülümsedi. Bir karşılık alamadı.
“Hanyang’da olup hala
tutuklanmamış üyeleri aramak ve idam edilenlerin ailelerini almak için
gönderdiği ekip çoktan yola çıktı.”
“Evet, Prens
Hazretleri…”
“Şehir dışında
bulunanlar içinse özel askerler görevlendirdim.”
“Evet efendim.”
“Yapmam gereken tek bir
şey kaldı öyleyse.”
“Nedir Prens
Hazretleri?” Gözleri umutla dolan genç adam günlerdir kaldırmadığı başını
kaldırıp Veliaht Prens’e baktı. Gidip eski dostunu kimselere fark ettirmeden
kurtarmasını ve kaçırmasını mı söyleyecekti? Belki… En azından bu kadarını
yapardı. Lakin duyduğu şey, umduğu şeye yaklaşmıyordu bile.
“Cha Hakyeon’un evine
sen gideceksin.”
“E… Efendim?”
“Oraya gidip ailesinin
tutuklanması işini sen halledeceksin. Sonra Doyeon’u… Buraya getireceksin.
Saray cariyesi olup bana hizmet edecek.”
“Majesteleri…”
“Derhal.”
Genç efendi kılıcının
kınını sıkacak kadar sıkı tutuyordu, dişlerini de kıracak kadar çok sıkıyordu.
Elbiseleri yüreğindeki öfkeyi hissetse paramparça olup bedeninden sıyrılırdı.
“Emredersiniz,” dedi güçlükle.
Kapıdan çıkarken
gideceği yere karar verdi.
***
Kamelyalı evin arka
kapısını kısa boylu bir hizmetkâr usulca çaldı. İçeriden Hyeyeong Hanım’ın
güçlü sesi duyuldu. Kapıyı açan delikanlının elinde bir kılıç vardı.
“Ne istersin?”
“Hanımımın emanetini
teslim etmeye geldim.”
“Çekil Taekwoon.”
Hanımefendi uzanıp kapının önünde duran güçlü atın iplerini tutuverdi. “Sağ
olasın. İyiliğini nasıl öderim?”
“Lafı olmaz, hanımım.
Babam, ben, çocuklarım sizin sayenizde tutunabildik. Siz ki torunlarıma bile
bir hayat verdiniz. Ben size bir at vermişim, çok mu?”
At bahçeye girip
çiçeklerin arasında ağır ağır yürümeye başladığında Dohwa gözlerini kaçırdı. Bu
atın ne demek olduğunu bilmeyen tek kişiyse sundurmadan inip annesinin yanına
koştu.
“Bu da nedir?”
“Kalanların garantisi,
güzel kızım.”
“Ne garantisi?”
“Dohwa, yavrum. Hadi
yemek yapalım da karnımızı doyuralım.”
***
“Nereye gitsek?”
“Bilmiyorum abi…”
“Keşke sana da bir
kılıç bulsaydık…”
“Evet… Hançerim var
sadece.”
“Ee nereye gidiyoruz?”
“Bilmem.”
Jaehwan derin bir nefes
alıp gözleri boşluğa bakan genç âlimin yönünü kesti. “Nereye? Gidiyoruz?” diye
sordu tane tane.
“Aslında…” dedi uyanır
gibi Kim Wonsik. “Bizim evdekiler… Gitmiş mi diye… Aklım takılmıyor değil.”
“Hiç söyleyemeyeceksin
sandım! Hadi gidelim.”
***
Ön kapıya gürültüyle
vurulduğunu duyunca Dohwa elinde tuttuğu tepsiyi düşürüyordu az daha.
“Majesteleri Yüce
Kral’ın emrini kabul edin!”
Taekwoon ve Hyeyeong
Hanım göz göze geldi. Evin büyük kızı tepsiyi yavaşça aldığı yere bırakıp
Doyeon’u çevik bir hareketle yakalayan ikiliye yaklaştı.
“Artık gidin.”
Kapıdaki gürültüler
artarken evdekiler, Doyeon’un çırpınışlarına karşın çoktan arka bahçedeki atın
yanına ulaşmışlardı. Genç kız bütün bedeniyle ellerinden kurtulmaya çabalıyor,
yine de olabildiğince sessiz davranıyordu.
“Ne yapıyorsun anne?”
diye fısıldıyordu sürekli, sesi çaresiz…
“Seni almalarına
müsaade etmeyeceğim. Birimiz de olsa yaşayıp davamızı sürdürmeli Doyeon.”
“Niye ben? Neden ben
sizin şu lanet davanızı üstlenmek zorundayım her defasında? Anacağımın yanında
can vermeyi bile çok mu görüyorsunuz bana?”
“Seni koruyacak biri
var ya Doyeon…” Ablasının gözleri atın eyerini ayarlayan delikanlıya döndü. “O
yüzden… Yaşayabileceğine inanıyoruz ya…”
“Nasıl böyle
konuşursun? Sizin yanınızda öleceğim diyorum.”
“KIRIN KAPIYI!”
“Hepimiz ölmeden önce
gidin hadi.” Taekwoon ata atlayıp anne ve ablasının ittirdiği Doyeon’u da
arkasına çekti. Dohwa koşup arka kapıyı açtı.
Hyeyeong Hanım kızının
pamuk elini koklayıp öptü. “Yolun açık olsun Doyeon. Anneni affet.”
“Anne…”
“Hadi gidin artık!”
Taekwoon başıyla selam
verip atı dehledi. Hızınıysa yavaş tuttu ki son bir kez elleri dokunabilsin kız
kardeşlerin.”
“Abla…”
“Yaşamalısın Doyeon.
Bir dahaki ömrümde yine senin ablan olacağım.”
Genç kadın elinin
içinden kayıp giden kardeşinin elinin sıcaklığını hiç unutmamak için dua ederek
kapattı kapıyı. Gidişlerini izlemeye bile vakit yoktu.
Hemen eve koşup
kılıçlarını aldılar ve bahçeye paldır küldür giren iri yarı askerlerin
karşısına dizildiler. Eli silahlı iki kadın görmeyi beklemeyen adamlar
şaşırmışlardı. Yalnızca bir emir okuyup tutuklama işini hızla bitireceklerini
sanıyorlardı.
Dohwa çok iyi
başlamıştı. Bu adamların hepsini alt edebileceklerini düşündürecek kadar… Lakin
annesinin gözyaşlarını yakaladığı bir an dikkati dağıldı ve kendisi de ağlamaya
başladı. Az evvel kardeşinden sonsuza dek ayrıldığının ayırdına vardı ağır
ağır. Görüşü bulanıklaştı. Annesini silahsız bırakıp diz çöktürdüklerini ve
boynunun tam yanında bir kılıç olduğunu fark etmesi zaman aldı.
Az evvel yaraladığı
askerlerin arasında duran annesinin yanına oturttular onu da.
“Evi arayın. Doyeon
Hanım’a zarar vermeden dışarı çıkarın.”
Askerler birer birer
odaları, mutfağı ve arka bahçeyi kontrol ettiler.
“Temiz.”
“Temiz.”
“Temiz.”
Sorumlu olduğu her
halinden belli olan, Dohwa’nın boynuna kılıç dayayan adam kaşlarını çattı.
“Doyeon Hanım nerede?” diye sordu kibarca. “Veliaht Prens Hazretleri onu
huzuruna istedi. Sizlerse köle olarak satılacaksınız.”
“Doyeon mu?” dedi
Hyeyeong Hanım kızına bakarak. “Nerede Doyeon?”
“Benim yenimde
anneciğim.” Genç kadın göz göre göre elini yenine soktu.
“Öyle mi? Benim de
saçıma takılmış işe bak.”
“Ne saçmalıyorsunuz?”
İki kadın da
hançerlerini birer hediye bulmuş gibi çıkardılar. Keskin uçlarını boğazlarına
dayayıp haykırdılar: “Doyeon için!”
Bedenleri birbirlerine
doğru devrildi. Kalan son güçleriyle kucaklaşıp yıkıldılar yere. Son nefesleriyle
gülümsediler birbirlerine. Onurlu bir ölümün güveni vardı, son nefeslerini
verdikten sonra bile hançerleri sımsıkı tutan ellerinde.
***
Gözyaşları kısa bir
yolculuğun ardından durulmuştu. Sırtına başını yasladığı beyinin yanağını
okşadı henüz ıslak olan parmaklarıyla. Delikanlının ağladığını da o zaman fark
etti.
“Durun beyim.” Ne bir
cevap duydu ne de bir yavaşlama isteği sezdi. Omzuna bir öpücük kondurdu.
“Durunuz beyim, rica ediyorum.”
“Olmaz.”
“Nereye gidiyoruz ki
zaten? Durun da bir konuşalım.”
Durduklarında genç kız
attan inmek istedi. İkisi birlikte ormanın ortasında bir ağacın altına
oturdular.
“Doyeon…”
“Durun beyim. Önce
benim konuşmama müsaade edin. Benim kaçmak ya da yaşamak gibi bir niyetim yok.
Şu lanet olası davaya da en ufak bir gönül vermişliğim kalmadı, bilirsiniz. O
yüzden beni…” Genç kadın annesi ve ablasının şu an muhtemelen hayatta
olmadıkları gerçeğiyle aniden yüzleşti. Gözleri yeniden yaşlarla doldu. “Beni
de… Korkmadan ölebileceğim bir yere… Götürün.”
Delikanlı onun elini
tuttu. “Teşekkür ederim Doyeon.”
“Efendim?”
“Benden seni… Ömrümün
sonuna kadar korumamı istersin diye… Korktum. Zira benim de ömrüm bitmek üzere.
Yaşayacak bir şeyim kalmadı.”
Genç kız başını
delikanlının omzuna koydu. “O zaman beni götürün beyim. İkinci anneme…”
***
Âlim Kim titreyen
ayaklarıyla hiçbir şey olmamış gibi sessiz ve derli toplu duran evin bahçesine
girerken Jaehwan gözyaşlarını yutmaya çabalıyordu.
“Anne?” Ayakları gibi
sesi de titriyordu. “Jiwon?” Bahçeyi geçip eve iyice yaklaştı. “Baba?”
Kılıç ustası onun içeri
girmek istemediğini fark edip bu görevi üstlenmeye karar verdi. Her kapıyı
“Müsaade buyurunuz,” diyerek açtı, sanki onu duyabilecek biri varmış gibi.
Kümese kadar kontrol ettikten sonra sundurmanın merdivenlerine oturmuş,
ellerini yüzüne kapatmış çocuğun yanına çöktü.
“Gitmişler.”
“Evet.”
“Böylesi daha iyi…”
Gözlerinden yaşlar süzülürken gülümsemeye çalışıyordu. “Daha iyi oldu.”
“Tabii ki… En azından
kendi ayaklarıyla çıkıp gittiler.”
“Evet.”
Arka bahçeden bir
çıtırtı duyuldu. Jaehwan çevik bir hareketle kılıcını çekip gardını koruyarak o
tarafa yöneldi. İki saksağanın ağacın gölgesinde oynaştıklarını görünce kolları
gevşedi, adımları durdu. Derin bir nefes aldı. Buradan hemen çıkmalılardı.
Şimdi…
Geri dönmeye kalmadan ayak
sesleri duydu. “Majesteleri Yüce Kral’ın emrini kabul edin!”
Kapıyı açık
bırakmamalılardı. Sundurmanın altına saklanıp başını görünmeyecek şekilde
uzattı. Yalnız dört asker göndermişlerdi. Veliaht Prens arkadaşının ve onun
ailesinin zorluk çıkarmadan teslim olacağına inanmıştı anlaşılan.
Kafasında hızla bir
hesap yapmaya çalıştı. Dördünü birden haklamalıydı, dışarıda destek için
bekleyenler de olabilirdi. Kolay sayılırdı, içindeki bu öfke kılıcına yansıdı
mı önünde Kral bile duramazdı.
“Ev ahalisi!
Majesteleri Yüce Kral’ın emrini kabul etmek için dışarı çıkın!”
Wonsik korkmuş
gözükmüyordu. Yalnızca yorgun, hatta umursamazdı. Az evvel çıkardığı gözlüğünü
takıp başını kaldırdı. “Yoklar,” dedi. “Hepsi öldü.”
“Öldü de ne demek?
Onların bedeni artık hanedana aittir.”
“Ben öldürdüm. Ben.”
Askerin öfkelendiği
yüzünden belli oluyordu. Dişlerini sıktı. “Âlim Kim Wonsik, Kırmızı Kamelya
adlı birliğe üye olmasından mütevellit hain ilan edilmiş ve idam cezasına
çarptırılmıştır. Öldürün.”
Öne çıkan adam kılıcını
kaldırdığında gözyaşları terine karışan genç âlim başını ve omuzlarını iyice
dikleştirdi. Jaehwan kendisine kaçmak için zaman kazandırmaya çalıştığını; bu
yüzden kendisinden tarafa hiç bakmadığını, hatta onu kurtarmaya dahi gelmesini
beklemediğini anladı. Yeniden gardını aldı ve saldıranın kılıcı havaya
kalktığında dışarı çıkmaya hazırlandı.
Tam o anda bahçenin öte
tarafından birinin atladığını gördü. Bu kişi öylesine hızlı davranıp Wonsik’e
yaklaşmıştı ki onu öldürmeye hazırlanan genç asker onu fark edememişti bile.
Kılıcıyla dostunu koruyup diğerleriyle arasına giren bu kişi Efendi Lee
Hongbin’den başkası değildi.
Bu defa tüm askerler
hazır duruma geldiler.
Başlarındaki onu
tanıyınca durmalarını emretti. “Beyim, Yüce Kral’ın emri…”
“Biliyorum. Lakin siz
de bilirsiniz ki Âlim Kim, Veliaht Prens’in çok sevgili bir dostudur. Ben de
onun emriyle onu korumaya geldim.”
“Bize böyle bir şey
söylenmedi.”
Doyeon’un evine girip
onu Veliaht Prens’e canlı götürmesi için kendisine verilen kraliyet mührünü
kuşağından çıkarıp karşısındakilerin ayağının dibine attı.
“Buna da mı
inanmayacaksınız?” Hala tereddüttelerdi, bir yem daha atmak gerekiyordu.
“Yanlış giden bir şey olursa sorumluluğu ben alacağım. Veliaht Prens bu
iyiliğinizi unutmayacaktır.”
Askerler toparlanıp
kılıçlarını kınlarına soktular. “Efendi Lee’ye güveneceğim,” dedi başlarındaki.
“Ayrıca bu mührü sorumluluk alacağınıza dair bir söz olarak yanımda
götüreceğim.”
“Nasıl istersen.”
Onlar kapıdan çıkar
çıkmaz Jaehwan da saklandığı yerden çıktı. Gidip kapıyı kapatmaya karar verene
kadar üçü sessizce birbirine baktı.
Kapıyı kilitlerken
Efendi Lee’nin kılıcının yere düştüğünü duydu. O tarafa döndüğünde dizlerinin
üstüne çöktüğünü de gördü. Wonsik elini ona doğru uzatmıştı. “Hongbin…
Kardeşim…”
Genç efendi
hıçkırıklara boğuldu aniden. Başını dostunun dizlerine yaslayıp durmadan,
defalarca özür diledi. Âlim Kim’in az önce yaşadıkları yüzünden titreyen elleri
onun sırtını okşuyordu ağır ağır.
Kılıç ustası onlara
günler, aylar vermek istedi. Yıllarca ağlaşsalar da bitmeyecek bu acıyı rahatça
yaşasınlar istedi. Lakin elinden gelen yalnızca iki dakikaydı.
İstemeye istemeye
“Efendiler,” diye seslendi dikildiği yerden. “Şimdi gitmezsek bizi kurtaracak
ikinci bir mührümüz yok.”
***
“Teyze! Gongju Teyze,
aç kapıyı.”
İçeriden tıkırtılar
geliyor, küçüklerin engelleyemediği telaşlı fısıltıları duyuluyordu. Kapıyı
açmamaları emredilmiş olmalıydı.
“Çocuklar ben Doyeon
ablanız. Açın kapıyı. Yardımınıza ihtiyacım var.”
“Anne… Doyeon Abla
gelmiş.”
Hızlı ayak seslerinin
ardından kapı bir göz açıldı. Genç kız sevgilisinin tuttuğu elini heyecanla
sıkarak içeri bakmaya çalıştı. Bir an sonra içeri alınmış, sundurmaya
oturtulmuşlardı. Hiçbir soru sormadan yemek ikram ediyorlardı şimdi de. Belki
de Doyeon’un üstündeki yas esvabı pek çok şeyin cevabı olmuştu onlar için.
Vakit öğleden sonraydı.
Bahçesinde her zaman çocukların koşturduğu bu eve bile uğramıştı sabah atılan
“Kırmızı Kamelya çok yaşa!” naraları, sabilerin bile sesini kesivermişti.
Taekwoon bu defa
kılıcını saklamasını istemedi evin sahibinden. Zira evin sahibinin ve ergenliğe
yeni girmiş evlatlarının bile kılıçları bahçedeki masanın üstünde duruyordu.
Hazırlıklılardı.
“Neden geldiğimizi
sormayacak mısın teyze?”
“Neden geldiğin önemli
değil. Gitme yeter.”
“Teyze…”
Delikanlı başını eğdi.
Gözleri dolmuştu.
“Sen de benim bir
çocuğumsun. Taekwoon sen de öylesin. İkinizi de, aha şu çocukları nasıl
bırakmayacaksam öyle bırakmayacağım. Yemek yer misiniz?”
Tekrarlanan bu teklife
karşı koyamadı. Belki de beraber yedikleri, hatta ömürlerinde yedikleri en son
yemek olacaktı bu. “Evet hanımım. Lütfen Doyeon’la bana yemek koyun.”
Sofraya kurulduklarında
etraflarını çocuklar sardı. Sanki bu ikisinin yemek yemesi hayatlarında hiç
görmedikleri özel bir olaymış gibi izliyorlardı.
“Yosun çorbası,” dedi
Gongju Hanım. Evin en büyük çocuğunun kucağında duran bebeği alıp yanlarına
oturdu. “Bugün, Hakyeon’un ilk doğum günüydü. En küçüğümüz…”
O sabah idam edilişini
izlediği babasının adını duyunca ağzındaki bütün çorbayı püskürttü Doyeon. Bir
Hakyeon’un doğum günü, bir diğerinin ölüm günüydü demek.
Taekwoon’un da iştahı
kaçıvermişti. Lakin kendini zorladı. Güce ihtiyacı olacaktı. Çok fazla güce…
***
Veliaht Prens’in
konutuna aynı anda iki asker ulaşmış, iki farklı, iki can sıkıcı haber
getirmişti. Biri Doyeon Hanım’ın evde olmadığını, nereye gitmiş olabileceğiyle
ilgili herhangi bir bulamadıklarını iletiyordu. Diğeriyse Âlim Kim hakkında
verilen emri yerine getirdiklerini…
“Ne emri?” diye
sormuştu öfkeyle dikilerek. Sanki ilk haber onu yeterince sinirlendirmemiş
gibi… “Ben emir falan vermedim.”
Asker kızarıp
bozarmıştı. “İdam edilmek üzereyken… Efendi Lee gelip sizin… Şey…” Elinde
tuttuğu kraliyet mührünü Prens’e doğru uzattı. “Onu alıp götürdü, Majesteleri.
Sorumluluğu alacağını söyledi.”
“Gidip ikisini de bulup Kim Wonsik’i öldürün.
Yanlarında dolaşan Jaehwan denen kılıç ustasını da… İkisinin kellesiyle
Hongbin’i sağ getirmeden… Sakın… Gelmeyin…” Mührü parmaklarının arasında
parçalayacak kadar sıktı. “Ayrıca sen…” Şimdi diğer askere bakıyordu. “Gidip
Doyeon’u getir. Nerede bulacaksan bul. Kanlı canlı buraya gelmezse, bir daha
kanlı canlı bu saraydan çıkamazsın. Gerekirse bütün birliklere bu dördünü
aradığınızı haber verin.”
“Emredersiniz.”
Askerler odadan
çıktıktan sonra elinde parça parça olan mührü odanın karşısına fırlatıp var
gücüyle bağırdı.
Birini daha
kaybetmişti.
Sen napıyorsun Sanghyuk
YanıtlaSilBu bölüme yazdığım yorum öncekine gitti az önce sebebini bilmiyorum mobil saçmalığı...
YanıtlaSil