Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
Bu son bölüm, sonuna kadar vazgeçmeyen okuyuculara ithaf edilmiştir.
Gongju Hanım dış kapının
yumruklanmaya başladığını duyar duymaz çocuklara ne yapmaları gerektiğini bir
kez daha hatırlatıp kılıcını aldı eline. Son kez baktı evlatlarına. Ne güzel
yetiştirmişti.
Merdivenin ilk
basamağına çıkmıştı ki çoraplarının altından birinin öptüğünü hisseti. Döndü.
Hanhwa’ydı bu. Yüzünde her şeyi anlayan, yine de çocuksu görünen bir gülümseme
vardı.
“Teşekkür ederiz anne,”
dedi sessizce. “Unutmayacağım…”
Hiçbir şey söylemeden,
gözyaşlarını göstermemek için aceleyle çıktı. Kapağı kapatır kapatmaz
arkasından kilitlediklerini duyup rahatladı.
Dış kapıyı kırıp içeri
daldıklarını duyarken kulakları, elleri bir zamanlar kocasıyla paylaştığı
şilteyi kapağın üstüne düzgünce yaymakla meşguldü. Sonra üstüne oturdu. Sanki
son nefesini, kocasının öldüğü bu beyaz yatakta ölmek istiyormuş gibi bir
izlenim vermeliydi. Kılıcını sımsıkı tutuyordu.
Gök mavisi, desensiz
ceketinin altından lacivert eteğinin üstüne sarkan norigesine gururla baktı. Hazırdı.
Askerler zaten açık olan
kapılardan girerken ayakkabılarını çıkarmamış olmalarına takıldı aklı. O kadar
sabi bu evde oynardı, lakin her zaman tertemiz kalırdı. Öfkelendi.
Başını dimdik kaldırıp
gözlerini kırpmadan baktı yüzlerine.
“Hang Gongju, ev
ahalisiyle birlikte Majesteleri Yüce Kral’ın emrini kabul etmeye hazırlanın.”
“Yalnız yaşadığımı
bilmez mi bu cahil oğlanlar?”
“Çocuklarınız olduğunu
cümle alem bilirken Yüce Kral’ın emrini getiren saray muhafızlarına yalan
söylemeye nasıl cüret edersiniz?!”
Hanımefendi zarif bir
hareketle ayağa kalktı. “İlk oğlum da sizin yaşlarınızdadır şimdi. Kim bilir
nerelerde? Bütün çocuklarım gibi gitti o da.”
“Merhum tüccar Kim
Imseong’un eşi Han Gongju Kırmızı Kamelya birliğine üye olmasından mütevellit
hain ilan edilmiş ve idam ce-…”
Emri okuyan askerin
boğazında doğru bir kılıç darbesi sesini kesmesin yeterli olmuştu.
Hanımefendinin dinleyecek hali yoktu. Hain ha? Komikti.
Çocukları da almak için
kalabalık halde geldiklerine şüphe yoktu. Hepsini halletmesinin imkânı yoktu.
Zaten hiçbir zaman buradan sağ çıkabileceğini de düşünmemişti. Ne de olsa
bedeni de eskisi kadar çevik değildi.
Yalnızca birkaç
tanesini öldürmüş, birini de bayılmıştı galiba. Karnında bir sıcaklık
hissettiğinde daha fazla uğraşmak istemedi. Kılıcını bırakıverdi. Canı acıyordu,
lakin ne önemi vardı?
“Kırmızı… Ka-Kamelya…”
dedi ağzından kanlar boşanırken. “Ço-ok… Yaşa…”
***
Taekwoon saraya
düşündüğünden daha kolay girmişti. Bunca zaman söylenen şeyler göz korkutmak
için abartılmıştı muhtemelen. Eğer daha önce geldiyseniz ve yolu biliyorsanız,
gölgelerde saklanarak varacağınız yere gitmek hiç de zor değildi.
Gerçi bu saatten sonra
karşısına biri çıkmış çıkmamış mühim değildi. Sona giderken engel olabilecek
her şeyi yok etmeye hazırdı.
Konuta geldiğinde dış
kapıyı bekleyen hizmetkârlar ve öndeki muhafızlar haricinde kimse olmadığını
fark etti. O halde bekleyebilirdi.
Veliaht Prens’in
odasına elini kolunu sallaya sallaya girip paravanın arkasına saklandı.
İşini halletmeden önce
biraz zaman ihtiyacı olacaktı. Söylemesi gereken şeyler vardı. O yüzden yüksek
ihtimalle yanında olacak Efendi Lee’yi etkisiz hale getirmeliydi. Onu öldürmek
istemiyordu, hizmetkârları da…
Yalnızca hak edenin
canını almalıydı. Sonra son kez bırakacaktı kılıcını elinden.
Koridordaki ayak
seslerini duyunca paravanın incecik aralıklarından izledi. Genç Prens içeri
girer girmez önce başlığını çıkardı. Sonra her şeyi, içlikleriyle kalana kadar
her şeyi çıkarıp çıkardığı yerde bıraktı. Yürürken çıkarmaya çalıştığı
çorapları yüzünden odanın ortasına düştü. Düştüğü yerde kaldı. Dizlerini
karnına çekip gözlerini kapattı.
“Birazcık, azıcık
dinleneyim.”
O an ülkenin
gelecekteki kralından ziyade, Gongju Hanım’ın sabilerinden birine benziyordu.
***
Lee Hongbin son
nefeslerini verdikten sonra ellerini birbirinden ayıramadığı iki dostu yan yana
gömmeden önce Veliaht Prens’e götüreceği kanıtı bedenlerinden ayırmak için çok
çabalamıştı. Kıyafetleri onların kanlarına bulanmış; elleri, yüzü, gövdesi et
parçalarıyla dolmuştu.
Köyün girişine kadar
koşmuş ve gördüğü ilk eve girip bir at çalmıştı. Evin sahipleri onun halini ve
elindekileri görünce korkup seslerini çıkarmamış olsalar da o uzaklaşırken
onlara daha sonra bir at hediye edeceğini söylemişti.
Artık hiçbir şey
hissetmiyor gibiydi. Yüreğinde kalan son insani duygu damlalarını da kendi
elleriyle öldürdüğü, sevdiği insanların kellelerini bedeninden ayırmaya
çalışırken akıtmıştı.
***
Veliaht Prens kendi
kendine konuşuyordu. Dua eder gibiydi. Şükrediyordu sanki. Şu konutun soğuk
zemininde çorapsız yatabildiği için teşekkür ediyordu.
Ardından tereddütlerini
saymaya başladı. “Belki de…” diye başlıyordu cümleleri. “Öldürmemeliydim. Acele
etmemeliydim. Affetmeliydim. Wonsik’i göndermemeliydim. Doyeon’u
çağırmamalıydım.”
Doyeon’un adını duyunca
ayağa kalktı Taekwoon. Artık vakti gelmişti. Daha fazla beklemenin anlamı
yoktu. Hiçbir şey değişmeyecekti.
Delikanlı paravanın
ardından çıkarken şöyle diyordu Prens Sanghyuk: “Belki de bu sarayda
doğmamalıydım.”
Kılıcını çekip burnunun
ucuna dayadığında fark ettirebildi kendini. “Pişman mısınız Majesteleri?” diye
sordu tiksinti dolu bir sesle.
Genç Prens’in kalp
atışları aniden hızlandı. Kafasını geriye çekerek yavaşça doğruldu. Hasmının
yüzüne dikkatle baktı. Tanıdıktı, lakin biraz düşünmesi gerekti.
“Sen o çocuksun.”
Sesinde insanın içini acıtan bir ağırlık vardı. Görmek istediği son kişi
karşısında duruyordu. Halkın güvenini kazanma davasının ışığını kafasında yakan
delikanlı… Tüm bunlar o, kazandığı oyunun ödülü olarak ipek yelek istedi diye
başlamamış mıydı? Herkes… İpek yelek isteyebilsin diye…
“Hatırlıyorsunuz.”
“Sana bir ipek yelek
verdim. Yine de öldürecek misin beni?”
“Benden aldıklarınız,
boktan bir ipek yelekten çok daha fazlasıydı Majesteleri.”
“İşine yaradı mı bari?
Kullanabildin mi gönlünce?”
“Evet, efendim.
Sayenizde dünyanın en güçlü ve değerli kadınıyla tanıştım.”
“Şanslısın.”
“Öyleydim. Siz her şeyi
mahvetmeden önce…” Veliaht Prens kendini lafla savunma işini, bedenen savunacak
bir plan yapma işine tercih etti. Yalnızca başını salladı. Masasının altında
bir kılıç olmalıydı. “Size o kadından bir çift laf getirdim.”
“Benim tanıdığım biri
miydi?”
“Evet Majesteleri.
Küçük düşürmeye çalıştıklarınızın için de belki de en çok yaraladığınız insandı
o.” Prens Sanghyuk dinlemiyordu. Hamle yapacak bir an bekliyordu. Konuşmasına
izin verdi. “Sizin asla, hayalini kurduğunuz gibi bir kral olamayacağınızı
söyledi. Onun sözüne göre Veliaht Prens Hazretleri fazla iyi kalpli ve yaptığı
acımasız işlerin arkasında duramayacak kadar yufka yürekli biriymiş. İşte bu
yüzden asla insanların güvenini kazanamazmışsınız. Siz birliğin önünde
duramayacak kadar zayıfmışsınız ve… Onlar olmasa da, Kırmızı Kamelya çok-…”
Konuşmasına dalan
delikanlının kılıcını ağır ağır indirmeye başladığını fark eden Prens öne doğru
atıldı ve bir adımda masasına ulaştı. Kılıcına uzanırken üzerine doğru gelen
kılıç darbesinden yuvarlanarak kurtuldu. Ayağa kalktı.
“Zayıfmışım öyle mi?”
“Daha bitirmedim!”
Taekwoon saatlerdir koruduğu sakinliğini yitirmeye başlıyordu. “Onlar olmasa da
Kırmızı Kamelya çok yaşayacakmış efendim. Lakin buraya kadar hiçbiri umurumda
değil benim. Asıl bilmeniz gereken şey şu ki… O hanımefendi, halkın gözleri
önünde canına kıyılmış olsa dahi akıllardan silinmeyecek olan Âlim Efendi Cha
Hakyeon’un öz kızı Cha Doyeon’dur ve asla sizin cariyeniz olmayacaktır.”
“Doyeon… Doyeon mu
dedin sen?”
“İsmi bile yüreğinizi
titretirken mi onu hapsedeceğinizi sandınız?!”
Delikanlı daha fazla
kendini tutamayarak Prens Sanghyuk’a doğru bir hamle yaptı. Ardından kıyasıya
bir çarpışma yaşandı. Birbirlerine fırsat vermiyorlardı. En sonunda Prens,
delikanlının koluna bir çizik atıp onu yavaşlattı.
“DOYEON NEREDE?!”
“Vicdan azabınızı
onunla hafifletmeye çalışmayın, Majesteleri. O sizden çok daha büyük biri.”
“Nerede diyorum sana?!”
Taekwoon yeniden
gardını alarak saldırmaya hazırlandı. “Öldü.”
Veliaht Prens
donakaldı. Şaşkınlıktan ağzı açılmıştı. Delikanlı bunu fırsat bilerek kılıcını
onun boynuna doğru savurduysa da hızla kendini toparladığı için anca omzuna
isabet edebilmişti. Bu onu epey güçsüz düşürdü, kılıç tuttuğu tarafı yaraladığı
için de büyük bir avantaj sağlamıştı. Kısa sürede onu alt edebilecek pozisyona
geldi.
Tek yapması gereken
karnını hedef almaktı. Tam o anda ardındaki kapının açıldığını ve birinin
yaklaştığını duydu. Sırtının ortasında bir acı hissetti. Aynı anda kendi kılıcı
da Veliaht Prens’in bedenine saplanmıştı. Son gücüyle bastırdı, ölürken yanında
götürmeliydi.
Dizlerinin üstüne
düşerken sırtındaki kılıcın çıktığını hissetti. Dönüp ardına baktı. Efendi Lee…
Onu görmeyi beklemişti. Yüzündeki pişmanlıksa beklenmedikti. Başını eğdiğini
fark etti. Bakışlarını takip edince ayağının ucunda duran iki kelleyi gördü.
Kafasını çevirdi. Yere
düşmüş Veliaht Prens de kendisiyle aynı şeyi görmüştü. Parmaklarını
olabildiğince uzatmış, sanki dokunmak istiyordu.
“Wonsik… Abi…” dedi
güçlükle. “Abim…”
Taekwoon’un kendi
abisine bile seslenecek gücü kalmamıştı. Sırtındaki yaradan daha çok acıyordu
yüreği. Elini göğsüne bastırdı. “Ah,” diye inledi. “Ah…”
Hongbin’in koşup
Prens’i kollarına aldığını göremeden devrildi öne doğru. Başı hasmının kucağına
değiyordu. “Kır… m… ızı… Ka… m… el… ya… Çok… Yaş… şa.”
***
Hava aydınlıktı.
Günlerdir süren ve en nihayetinde sarayı da içine alan kan fırtınası
yaşanmamışçasına parlıyordu güneş.
Efendi Lee o gece
hekimlerle beraber Veliaht Prens’in başında beklemiş, sabah Taekwoon denen
delikanlının sessizce yok edilmek için beklenen cesedinin ona ait olduğunu
doğrulamış ve idam edilecekler listesinden adını sildirmişti. Yeniden konuta
dönerken onu gören hizmetkârların korku ve tiksinti içinde başlarını çevirmesinden,
bir önceki gecenin hala vücudunda ve yüzünde bulunduğunu hatırladı.
Yıkanmak istemiyordu.
Getirdiği kellelerin saygılı bir biçimde gövdelerinin yanına defnedilmesi
emredilene kadar, temiz olduğunu hissetmek istemiyordu. Yine de sarayda
olduğunun farkındaydı, hem Prens Sanghyuk uyanırsa onu böyle görmemesi daha iyi
olurdu.
Artık kendisine ait
değilmiş gibi gelen evine girdiğinde kendini ölesiye yalnız hissetti. Birliğe
sızmayı kararlaştırdıkları, daha güzel günler için planlar yaptıkları o gece, dostlarıyla
beraber oturdukları masanın kenarına ilişti banyoya girmeden. Gözlerini
kapattı.
Ne kadar boştu şimdi.
Bu masa da, kalbi de, bu ev de… Bir daha doldurabilecek miydi ki? Saray bile
bomboş kalmıştı gözünde. Son arkadaşı sağ kaldı diye sevinemiyordu bile.
Paklanıp saraya
vardığında öğlen vaktiydi. Avluda karşılaştığı hizmetkârlar Veliaht Prens’in
uyandığını sevinçle haber verdiler onlara. Adımları hızlandı. Bütün vücudu
sargılarla kaplanmış, solgun yüzlü çocuk onu bekliyordu.
“Geldin mi abi?” dedi etrafındaki
onlarca insanı, sarayda bulunduklarını ve Veliaht Prens olduğunu unutma
isteğiyle.
“Nasılsınız
Majesteleri?” Hongbin onun hemen yanına, nefeslerini duyabileceği bir yere
oturdu. “Bizi çok telaşlandırdınız.”
Ona cevap vermek yerine
herkese dışarı çıkmasını emretti Prens Sanghyuk. Lakin bu defa en uzağa
gitmelerini söyleyemedi, yalnızca kapının dışına kadar…
Cansız gözlerle,
doğrulamadan ve dinlenerek konuştu Efendi Lee ile.
Birliğin üyelerinin,
aileleriyle birlikte askerlerin gözleri önünde canlarına kıymaları yalnızca
Hanyang’da olmamıştı. Şehir dışındaki üyeler de aynı şekilde kendilerini
öldürüyorlardı. Sözleşmiş olamazlardı, birbirlerine olan sadakatle biliyorlardı
ne yapmaları gerektiğini. İki genç bunu dile getirmeden, ufacık bir sessizlik içinde
fark etti.
Genel bir durum
kontrolünden sonra genç Prens tereddüt içinde bakışlarını kaçırdı. “Wonsik
abimin… Ailesi…” diye mırıldandı.
Hongbin başını eğdi.
“Bulunamadılar efendim.”
“Aramasınlar, söyle
onlara. Ücra bir yerde ölü bulunduklarını yazdır kayıtlara.”
“Baş üstüne.”
“Bir de o… Getirdiğin…”
Prens Sanghyuk aniden bir öksürük nöbetine tutuldu. Dün delikanlının son
darbesi karnına değil göğüs kafesinin ortasına isabet etmişti, ne zaman öksürse
kan kusuyordu. Efendi Lee onu tutup sabırla bekledi.
“Getirdiğim?”
“O getirdiğin… Başları…
Gidip sahiplerine geri ver. Üzgün olduğumu da söyle onlara. Ben bu ömürde
ziyaret edebileceğimi sanmıyorum.”
“Baş üstüne,
Majesteleri! Başka bir emriniz yoksa ben…”
Veliaht Prens abisinin
elini tuttu sıkıca. Elinin soğukluğu Hongbin’i şaşırttı. “Abi… Ben…”
Belki o da resmiyeti
bırakmalıydı. Son kez… “Efendim Sanghyukcuğum?” dedi yüreğinde kalan son
sıcaklık kırıntısıyla.
“Dün gece o çocuk bana
Doyeon’un sözlerini iletti.”
“Öyle mi?”
“Evet. Demiş ki ben…
Asla hayalini kurduğum kadar iyi bir kral olamazmışım. Zira ben iyi kalpli ve
yaptığım işlerin arkasında duramayacak kadar yufka yürekliymişim. Birliklerinin
önünde duramayacak kadar zayıfmışım.”
Efendi Lee iki eliyle
hasta çocuğun soğuk elini sarmaladı. Bir baba edasıyla, gerçekten bu sözlerin
yarattığı etkiyi anlamamış gibi sordu: “Yani?”
“Sonra düşündüm de…
Beni kendimden daha iyi tanıyormuş bence. Ben asla hayalini kurduğum o kral
olamayacağım. Lakin bunun sebebini… Kısa ömrüm olarak bilsinler isterim.”
“Kısa ömür de ne demek?
Daha uzun yıllar var önünüzde.”
“Yalan söyleme. Bana
doğruyu söyleyen tek insan sensin. Sonuna kadar öyle kal.”
Gözyaşlarını zaten
yeterince yaralı olan bu çocuğa göstermek istemediği için öne doğru eğilip
tuttuğu elini alnına bastırdı. “Sen iyi birisin Han Sanghyuk. Saray sana göre
bir yer değil, hepsi bu.”
“Keşke bu sözleri…
Wonsik abimin ağzından da duyabilseydim.”
“Seni düşünüyordu. Sen
yalnız kalma diye… Beni sana gönderdi. Sana kızgındı belki ama hala yüreğinin
bir parçasında sen vardın.”
Veliaht Prens güçlükle
gülümsedi. “Rahatladım. Şimdi ikinci bir hayatta karşılaşırsak eğer, en azından
yüzüne bakabilirim.” Hongbin’in omuzları titremeye başladığında genç Prens
elini çekmek istedi. “Şimdi git abi,” dedi aceleyle. “Yoruldum.”
Efendi Lee onun elini
çekmesine izin verip doğrulmadan önce hızla gözyaşlarını sildi. “Peki.”
Konutun bahçesinden
geçerken hüngür hüngür ağlıyordu.
Üç gün sonra yaralı
çocuk, durmayan kanaması yüzünden, odasında bir başına uyurken öldü.
***
Lee Hongbin genç bir
hanımefendiyi Ming’den gelen gemiden alıp saraya kadar eşlik etmekle
görevlendirilmişti.
Bu hanımefendinin
namını duymuştu, duymamış olmak için dünyanın öbür ucunda yaşamak gerekiyordu
galiba. Öğrencileri onu Âlime Hanım diye çağırıyorlardı ve ülkede ilk kadın
âlim olarak ünlenmeye başlamıştı. Meclisteki homurtulardan saray erkânının bu
kadını sevmediğini duymuştu.
On beş sene evvel vefat
eden Veliaht Prens’in yerine kardeşi Prens Sanghyun getirilmişti. Kral da ilk
oğlunun arkasından iki sene sonra gidince apar topar tahta geçmiş, yine apar
topar şimdiki Kraliçe ile evlenmişti.
Efendi Lee dostunun
ölümünden sonra büyükannesi ve büyükbabasının yanına tapınağa çıkmış, sonsuza
kadar kendini oraya kapatmaya ant içmişti. Lakin çok geçmeden, ilk oğlunu
kurtarmasından ileri gelen minnettarlıkla Kral tarafından saraya çağırılmış ve
kendisine Baş Muhafız unvanı verilmişti.
Sarayda olmaktan,
yalnızca genç Kraliçe’nin yaptığı işleri duyduğunda ve tesadüfen onunla
karşılaştığında mutlu oluyordu. Kadın ona Doyeon’u hatırlatıyordu, biricik
çocukluk arkadaşını. Sarayda adı geçtiğinde yangın çıkmış gibi telaş yaratan o
“Âlime Hanım”ı saraya davet ettiğini tüm saray erkânının toplandığı bir şenlikte
duyurduğunda bu benzerliğin beyhude olmadığını iyice anlamıştı Lee Hongbin.
“Genç kızlarımızın
örnek alabileceği, akıllı ve hayırsever bir hanımefendi olan Âlime Hanım’ı
Ming’e seyahatinin akabinde sarayda vereceğim yemeğe davet ettim,” demişti
gururla. “Yemekten evvel Kral Hazretleri’yle de ülkenin kadın meseleleri
hakkında sohbet edecek. Kim bilir, belki yeniden bir mektep açılır Hanyang’a!”
Cha Hakyeon’un idamından
sonra kapatılan âlim mektebinin yeniden açılma fikri on beş sene sonra bile
insanların çıldırmasına sebep olmuştu.
Âlime Hanım kendisi
için gönderilen tahtırevana binmeyi gülümseyerek reddederken bu çıldırışların
gayet farkında olduğunu gösteriyordu. “Sizinle sakin bir yürüyüşü tercih ederim
Baş Muhafız.”
Genç kadın oldukça
çevik ve uyanık gözüküyordu. Uzun deniz yolculuğu onu hiç yormamış gibiydi. Lee
Hongbin’le havadan sudan konuşmuş, öğrencilerini ve öğretmenleri saraya geliyor
diye ne kadar sevinip heyecanlandıklarını anlatmıştı. Ona saray, Kral, Kraliçe,
saray hizmetkârları, cariyeler, Hanyang ve Hanyang’daki kitap fiyatları
hakkında sorular sormuştu. Hatta bir ara kendisine eşlik etmek için görevde
bulunan bir asker olduğunu boş verip hayatıyla ilgili de birkaç sual
yöneltmişti. “İsminizi çok duydum aslında,” demişti. “Merhum Veliaht Prens’i
katliam döneminde suikasttan kurtardığınızı, yakın bir dostunuz olduğunu
biliyorum.” Baş Muhafız olduğundan beri kimseyle böyle sohbet edemediğini fark
etmişti Lee Hongbin. Hiç düşünmeden konuştu.
Karşısındakinin
yalnızca halktan biri olduğunu, sırf Veliaht Prens’i kurtardığı için kendisini
saygıyla dinlediğini zannetti.
Saraya vardıklarında
genç kadın fark edilir derecede sessizleşti.
“Gerilmeyiniz Âlime Hanım. Kraliçe Hazretleri çok nazik, oldukça zeki
bir kadındır. Sizi göreceği için epey heyecanlıydı.”
“Evet biliyorum. Lakin
siz benim bugün için ne kadar uzun zamandır beklediğimi hayal bile edemezsiniz
Baş Muhafız.”
Ne demek istediğini
soramadan varmışlardı Kraliçe’nin konutuna. Geldiği haber verildi ve ikisi
birlikte içeri girdiler.
“Majesteleri!
Misafirinize limandan buraya kadar eşlik ettim efendim.”
Genç Kraliçe kocaman
gülümsüyordu. “Teşekkür ettim Baş Muhafız. Siz çıkabilirsiniz.”
Lee Hongbin selam verip
dışarı çıktı. Arkasındaki kapı kapanmadan önce Âlime Hanım’ın kendini
tanıtışını duydu. “Kraliçe Hazretlerine selamlarımı iletirim. Bendeniz Âlime
Hanım diye bilinen Han Hanhwa. Davetiniz için minnettarım Majesteleri.”
SON
mavinot: Sonuna kadar okuyup sonuna kadar benimle ağlayan ve bir buçuk senedir benden de bu hikayeden de vazgeçmeyen güzel hayaletlerime ve Starlightlara çok teşekkür ederim. İyi ki varsınız, hepinizi çok seviyorum. Son bölüm için yorumlarınızı bırakmayı unutmayınız. Yeni kurgularda görüşmek üzere, mavi kalınız.
Başından sonuna kadar okuduğum için gerçekten hiç pişman değilim
YanıtlaSilSeninle bu yolda yürümek güzeldi Mavi
Beraber yürümek güzeldii ~
SilTam kaostan beslenmeye başlarken bitmesi bir boşlukta olma hissi yarattı ama kalemine sağlık~ Hongbin aslında korku filminde ilk giden sarışın tipli biriyken ilk bölümde son bölüme kadar kalması gözlerimi yaşarttı :')
YanıtlaSilBol bol yorum yaptığın için ben teşekkür ederimmm ~
SilBloğunu geç farkettim ama hikayeni çok beğendim. Sonuna kadar keyifle okudum. Kalemine sağlık 😊😊 VIXX in yeri bende bir başka ve karakterleri okadar güzel anlatmissin ki hangi birine üzüleyim bilemedim. En sonda Hongbinin bir başına kalışı işte orda çok kötü oldum. Geçirdiği şu zor dönemde sevenleri olduğunu bilsede yanında olamayışları belkide bi yüzden çok etkisinde kaldım😔😔😔
YanıtlaSilYorumunu aylar sonra görüyorum ama şu an daha zor bir dönemde oluşumuz üzdü :( teşekkür ederim <3
Sil