Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

13 Ekim 2018 Cumartesi

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #30 - SON

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
Bu son bölüm, sonuna kadar vazgeçmeyen okuyuculara ithaf edilmiştir.

Gongju Hanım dış kapının yumruklanmaya başladığını duyar duymaz çocuklara ne yapmaları gerektiğini bir kez daha hatırlatıp kılıcını aldı eline. Son kez baktı evlatlarına. Ne güzel yetiştirmişti.
Merdivenin ilk basamağına çıkmıştı ki çoraplarının altından birinin öptüğünü hisseti. Döndü. Hanhwa’ydı bu. Yüzünde her şeyi anlayan, yine de çocuksu görünen bir gülümseme vardı.
“Teşekkür ederiz anne,” dedi sessizce. “Unutmayacağım…”
Hiçbir şey söylemeden, gözyaşlarını göstermemek için aceleyle çıktı. Kapağı kapatır kapatmaz arkasından kilitlediklerini duyup rahatladı.
Dış kapıyı kırıp içeri daldıklarını duyarken kulakları, elleri bir zamanlar kocasıyla paylaştığı şilteyi kapağın üstüne düzgünce yaymakla meşguldü. Sonra üstüne oturdu. Sanki son nefesini, kocasının öldüğü bu beyaz yatakta ölmek istiyormuş gibi bir izlenim vermeliydi. Kılıcını sımsıkı tutuyordu.
Gök mavisi, desensiz ceketinin altından lacivert eteğinin üstüne sarkan norigesine gururla baktı. Hazırdı.
Askerler zaten açık olan kapılardan girerken ayakkabılarını çıkarmamış olmalarına takıldı aklı. O kadar sabi bu evde oynardı, lakin her zaman tertemiz kalırdı. Öfkelendi.
Başını dimdik kaldırıp gözlerini kırpmadan baktı yüzlerine.
“Hang Gongju, ev ahalisiyle birlikte Majesteleri Yüce Kral’ın emrini kabul etmeye hazırlanın.”
“Yalnız yaşadığımı bilmez mi bu cahil oğlanlar?”
“Çocuklarınız olduğunu cümle alem bilirken Yüce Kral’ın emrini getiren saray muhafızlarına yalan söylemeye nasıl cüret edersiniz?!”
Hanımefendi zarif bir hareketle ayağa kalktı. “İlk oğlum da sizin yaşlarınızdadır şimdi. Kim bilir nerelerde? Bütün çocuklarım gibi gitti o da.”
“Merhum tüccar Kim Imseong’un eşi Han Gongju Kırmızı Kamelya birliğine üye olmasından mütevellit hain ilan edilmiş ve idam ce-…”
Emri okuyan askerin boğazında doğru bir kılıç darbesi sesini kesmesin yeterli olmuştu. Hanımefendinin dinleyecek hali yoktu. Hain ha? Komikti.
Çocukları da almak için kalabalık halde geldiklerine şüphe yoktu. Hepsini halletmesinin imkânı yoktu. Zaten hiçbir zaman buradan sağ çıkabileceğini de düşünmemişti. Ne de olsa bedeni de eskisi kadar çevik değildi.
Yalnızca birkaç tanesini öldürmüş, birini de bayılmıştı galiba. Karnında bir sıcaklık hissettiğinde daha fazla uğraşmak istemedi. Kılıcını bırakıverdi. Canı acıyordu, lakin ne önemi vardı?
“Kırmızı… Ka-Kamelya…” dedi ağzından kanlar boşanırken. “Ço-ok… Yaşa…”
***
Taekwoon saraya düşündüğünden daha kolay girmişti. Bunca zaman söylenen şeyler göz korkutmak için abartılmıştı muhtemelen. Eğer daha önce geldiyseniz ve yolu biliyorsanız, gölgelerde saklanarak varacağınız yere gitmek hiç de zor değildi.
Gerçi bu saatten sonra karşısına biri çıkmış çıkmamış mühim değildi. Sona giderken engel olabilecek her şeyi yok etmeye hazırdı.
Konuta geldiğinde dış kapıyı bekleyen hizmetkârlar ve öndeki muhafızlar haricinde kimse olmadığını fark etti. O halde bekleyebilirdi.
Veliaht Prens’in odasına elini kolunu sallaya sallaya girip paravanın arkasına saklandı.
İşini halletmeden önce biraz zaman ihtiyacı olacaktı. Söylemesi gereken şeyler vardı. O yüzden yüksek ihtimalle yanında olacak Efendi Lee’yi etkisiz hale getirmeliydi. Onu öldürmek istemiyordu, hizmetkârları da…
Yalnızca hak edenin canını almalıydı. Sonra son kez bırakacaktı kılıcını elinden.
Koridordaki ayak seslerini duyunca paravanın incecik aralıklarından izledi. Genç Prens içeri girer girmez önce başlığını çıkardı. Sonra her şeyi, içlikleriyle kalana kadar her şeyi çıkarıp çıkardığı yerde bıraktı. Yürürken çıkarmaya çalıştığı çorapları yüzünden odanın ortasına düştü. Düştüğü yerde kaldı. Dizlerini karnına çekip gözlerini kapattı.
“Birazcık, azıcık dinleneyim.”
O an ülkenin gelecekteki kralından ziyade, Gongju Hanım’ın sabilerinden birine benziyordu.
***
Lee Hongbin son nefeslerini verdikten sonra ellerini birbirinden ayıramadığı iki dostu yan yana gömmeden önce Veliaht Prens’e götüreceği kanıtı bedenlerinden ayırmak için çok çabalamıştı. Kıyafetleri onların kanlarına bulanmış; elleri, yüzü, gövdesi et parçalarıyla dolmuştu.
Köyün girişine kadar koşmuş ve gördüğü ilk eve girip bir at çalmıştı. Evin sahipleri onun halini ve elindekileri görünce korkup seslerini çıkarmamış olsalar da o uzaklaşırken onlara daha sonra bir at hediye edeceğini söylemişti.
Artık hiçbir şey hissetmiyor gibiydi. Yüreğinde kalan son insani duygu damlalarını da kendi elleriyle öldürdüğü, sevdiği insanların kellelerini bedeninden ayırmaya çalışırken akıtmıştı.
***
Veliaht Prens kendi kendine konuşuyordu. Dua eder gibiydi. Şükrediyordu sanki. Şu konutun soğuk zemininde çorapsız yatabildiği için teşekkür ediyordu.
Ardından tereddütlerini saymaya başladı. “Belki de…” diye başlıyordu cümleleri. “Öldürmemeliydim. Acele etmemeliydim. Affetmeliydim. Wonsik’i göndermemeliydim. Doyeon’u çağırmamalıydım.”
Doyeon’un adını duyunca ayağa kalktı Taekwoon. Artık vakti gelmişti. Daha fazla beklemenin anlamı yoktu. Hiçbir şey değişmeyecekti.
Delikanlı paravanın ardından çıkarken şöyle diyordu Prens Sanghyuk: “Belki de bu sarayda doğmamalıydım.”
Kılıcını çekip burnunun ucuna dayadığında fark ettirebildi kendini. “Pişman mısınız Majesteleri?” diye sordu tiksinti dolu bir sesle.
Genç Prens’in kalp atışları aniden hızlandı. Kafasını geriye çekerek yavaşça doğruldu. Hasmının yüzüne dikkatle baktı. Tanıdıktı, lakin biraz düşünmesi gerekti.
“Sen o çocuksun.” Sesinde insanın içini acıtan bir ağırlık vardı. Görmek istediği son kişi karşısında duruyordu. Halkın güvenini kazanma davasının ışığını kafasında yakan delikanlı… Tüm bunlar o, kazandığı oyunun ödülü olarak ipek yelek istedi diye başlamamış mıydı? Herkes… İpek yelek isteyebilsin diye…
“Hatırlıyorsunuz.”
“Sana bir ipek yelek verdim. Yine de öldürecek misin beni?”
“Benden aldıklarınız, boktan bir ipek yelekten çok daha fazlasıydı Majesteleri.”
“İşine yaradı mı bari? Kullanabildin mi gönlünce?”
“Evet, efendim. Sayenizde dünyanın en güçlü ve değerli kadınıyla tanıştım.”
“Şanslısın.”
“Öyleydim. Siz her şeyi mahvetmeden önce…” Veliaht Prens kendini lafla savunma işini, bedenen savunacak bir plan yapma işine tercih etti. Yalnızca başını salladı. Masasının altında bir kılıç olmalıydı. “Size o kadından bir çift laf getirdim.”
“Benim tanıdığım biri miydi?”
“Evet Majesteleri. Küçük düşürmeye çalıştıklarınızın için de belki de en çok yaraladığınız insandı o.” Prens Sanghyuk dinlemiyordu. Hamle yapacak bir an bekliyordu. Konuşmasına izin verdi. “Sizin asla, hayalini kurduğunuz gibi bir kral olamayacağınızı söyledi. Onun sözüne göre Veliaht Prens Hazretleri fazla iyi kalpli ve yaptığı acımasız işlerin arkasında duramayacak kadar yufka yürekli biriymiş. İşte bu yüzden asla insanların güvenini kazanamazmışsınız. Siz birliğin önünde duramayacak kadar zayıfmışsınız ve… Onlar olmasa da, Kırmızı Kamelya çok-…”
Konuşmasına dalan delikanlının kılıcını ağır ağır indirmeye başladığını fark eden Prens öne doğru atıldı ve bir adımda masasına ulaştı. Kılıcına uzanırken üzerine doğru gelen kılıç darbesinden yuvarlanarak kurtuldu. Ayağa kalktı.
“Zayıfmışım öyle mi?”
“Daha bitirmedim!” Taekwoon saatlerdir koruduğu sakinliğini yitirmeye başlıyordu. “Onlar olmasa da Kırmızı Kamelya çok yaşayacakmış efendim. Lakin buraya kadar hiçbiri umurumda değil benim. Asıl bilmeniz gereken şey şu ki… O hanımefendi, halkın gözleri önünde canına kıyılmış olsa dahi akıllardan silinmeyecek olan Âlim Efendi Cha Hakyeon’un öz kızı Cha Doyeon’dur ve asla sizin cariyeniz olmayacaktır.”
“Doyeon… Doyeon mu dedin sen?”
“İsmi bile yüreğinizi titretirken mi onu hapsedeceğinizi sandınız?!”
Delikanlı daha fazla kendini tutamayarak Prens Sanghyuk’a doğru bir hamle yaptı. Ardından kıyasıya bir çarpışma yaşandı. Birbirlerine fırsat vermiyorlardı. En sonunda Prens, delikanlının koluna bir çizik atıp onu yavaşlattı.
“DOYEON NEREDE?!”
“Vicdan azabınızı onunla hafifletmeye çalışmayın, Majesteleri. O sizden çok daha büyük biri.”
“Nerede diyorum sana?!”
Taekwoon yeniden gardını alarak saldırmaya hazırlandı. “Öldü.”
Veliaht Prens donakaldı. Şaşkınlıktan ağzı açılmıştı. Delikanlı bunu fırsat bilerek kılıcını onun boynuna doğru savurduysa da hızla kendini toparladığı için anca omzuna isabet edebilmişti. Bu onu epey güçsüz düşürdü, kılıç tuttuğu tarafı yaraladığı için de büyük bir avantaj sağlamıştı. Kısa sürede onu alt edebilecek pozisyona geldi.
Tek yapması gereken karnını hedef almaktı. Tam o anda ardındaki kapının açıldığını ve birinin yaklaştığını duydu. Sırtının ortasında bir acı hissetti. Aynı anda kendi kılıcı da Veliaht Prens’in bedenine saplanmıştı. Son gücüyle bastırdı, ölürken yanında götürmeliydi.
Dizlerinin üstüne düşerken sırtındaki kılıcın çıktığını hissetti. Dönüp ardına baktı. Efendi Lee… Onu görmeyi beklemişti. Yüzündeki pişmanlıksa beklenmedikti. Başını eğdiğini fark etti. Bakışlarını takip edince ayağının ucunda duran iki kelleyi gördü.
Kafasını çevirdi. Yere düşmüş Veliaht Prens de kendisiyle aynı şeyi görmüştü. Parmaklarını olabildiğince uzatmış, sanki dokunmak istiyordu.
“Wonsik… Abi…” dedi güçlükle. “Abim…”
Taekwoon’un kendi abisine bile seslenecek gücü kalmamıştı. Sırtındaki yaradan daha çok acıyordu yüreği. Elini göğsüne bastırdı. “Ah,” diye inledi. “Ah…”
Hongbin’in koşup Prens’i kollarına aldığını göremeden devrildi öne doğru. Başı hasmının kucağına değiyordu. “Kır… m… ızı… Ka… m… el… ya… Çok… Yaş… şa.”
***
Hava aydınlıktı. Günlerdir süren ve en nihayetinde sarayı da içine alan kan fırtınası yaşanmamışçasına parlıyordu güneş.
Efendi Lee o gece hekimlerle beraber Veliaht Prens’in başında beklemiş, sabah Taekwoon denen delikanlının sessizce yok edilmek için beklenen cesedinin ona ait olduğunu doğrulamış ve idam edilecekler listesinden adını sildirmişti. Yeniden konuta dönerken onu gören hizmetkârların korku ve tiksinti içinde başlarını çevirmesinden, bir önceki gecenin hala vücudunda ve yüzünde bulunduğunu hatırladı.
Yıkanmak istemiyordu. Getirdiği kellelerin saygılı bir biçimde gövdelerinin yanına defnedilmesi emredilene kadar, temiz olduğunu hissetmek istemiyordu. Yine de sarayda olduğunun farkındaydı, hem Prens Sanghyuk uyanırsa onu böyle görmemesi daha iyi olurdu.
Artık kendisine ait değilmiş gibi gelen evine girdiğinde kendini ölesiye yalnız hissetti. Birliğe sızmayı kararlaştırdıkları, daha güzel günler için planlar yaptıkları o gece, dostlarıyla beraber oturdukları masanın kenarına ilişti banyoya girmeden. Gözlerini kapattı.
Ne kadar boştu şimdi. Bu masa da, kalbi de, bu ev de… Bir daha doldurabilecek miydi ki? Saray bile bomboş kalmıştı gözünde. Son arkadaşı sağ kaldı diye sevinemiyordu bile.
Paklanıp saraya vardığında öğlen vaktiydi. Avluda karşılaştığı hizmetkârlar Veliaht Prens’in uyandığını sevinçle haber verdiler onlara. Adımları hızlandı. Bütün vücudu sargılarla kaplanmış, solgun yüzlü çocuk onu bekliyordu.
“Geldin mi abi?” dedi etrafındaki onlarca insanı, sarayda bulunduklarını ve Veliaht Prens olduğunu unutma isteğiyle.
“Nasılsınız Majesteleri?” Hongbin onun hemen yanına, nefeslerini duyabileceği bir yere oturdu. “Bizi çok telaşlandırdınız.”
Ona cevap vermek yerine herkese dışarı çıkmasını emretti Prens Sanghyuk. Lakin bu defa en uzağa gitmelerini söyleyemedi, yalnızca kapının dışına kadar…
Cansız gözlerle, doğrulamadan ve dinlenerek konuştu Efendi Lee ile.
Birliğin üyelerinin, aileleriyle birlikte askerlerin gözleri önünde canlarına kıymaları yalnızca Hanyang’da olmamıştı. Şehir dışındaki üyeler de aynı şekilde kendilerini öldürüyorlardı. Sözleşmiş olamazlardı, birbirlerine olan sadakatle biliyorlardı ne yapmaları gerektiğini. İki genç bunu dile getirmeden, ufacık bir sessizlik içinde fark etti.
Genel bir durum kontrolünden sonra genç Prens tereddüt içinde bakışlarını kaçırdı. “Wonsik abimin… Ailesi…” diye mırıldandı.
Hongbin başını eğdi. “Bulunamadılar efendim.”
“Aramasınlar, söyle onlara. Ücra bir yerde ölü bulunduklarını yazdır kayıtlara.”
“Baş üstüne.”
“Bir de o… Getirdiğin…” Prens Sanghyuk aniden bir öksürük nöbetine tutuldu. Dün delikanlının son darbesi karnına değil göğüs kafesinin ortasına isabet etmişti, ne zaman öksürse kan kusuyordu. Efendi Lee onu tutup sabırla bekledi.
“Getirdiğim?”
“O getirdiğin… Başları… Gidip sahiplerine geri ver. Üzgün olduğumu da söyle onlara. Ben bu ömürde ziyaret edebileceğimi sanmıyorum.”
“Baş üstüne, Majesteleri! Başka bir emriniz yoksa ben…”
Veliaht Prens abisinin elini tuttu sıkıca. Elinin soğukluğu Hongbin’i şaşırttı. “Abi… Ben…”
Belki o da resmiyeti bırakmalıydı. Son kez… “Efendim Sanghyukcuğum?” dedi yüreğinde kalan son sıcaklık kırıntısıyla.
“Dün gece o çocuk bana Doyeon’un sözlerini iletti.”
“Öyle mi?”
“Evet. Demiş ki ben… Asla hayalini kurduğum kadar iyi bir kral olamazmışım. Zira ben iyi kalpli ve yaptığım işlerin arkasında duramayacak kadar yufka yürekliymişim. Birliklerinin önünde duramayacak kadar zayıfmışım.”
Efendi Lee iki eliyle hasta çocuğun soğuk elini sarmaladı. Bir baba edasıyla, gerçekten bu sözlerin yarattığı etkiyi anlamamış gibi sordu: “Yani?”
“Sonra düşündüm de… Beni kendimden daha iyi tanıyormuş bence. Ben asla hayalini kurduğum o kral olamayacağım. Lakin bunun sebebini… Kısa ömrüm olarak bilsinler isterim.”
“Kısa ömür de ne demek? Daha uzun yıllar var önünüzde.”
“Yalan söyleme. Bana doğruyu söyleyen tek insan sensin. Sonuna kadar öyle kal.”
Gözyaşlarını zaten yeterince yaralı olan bu çocuğa göstermek istemediği için öne doğru eğilip tuttuğu elini alnına bastırdı. “Sen iyi birisin Han Sanghyuk. Saray sana göre bir yer değil, hepsi bu.”
“Keşke bu sözleri… Wonsik abimin ağzından da duyabilseydim.”
“Seni düşünüyordu. Sen yalnız kalma diye… Beni sana gönderdi. Sana kızgındı belki ama hala yüreğinin bir parçasında sen vardın.”
Veliaht Prens güçlükle gülümsedi. “Rahatladım. Şimdi ikinci bir hayatta karşılaşırsak eğer, en azından yüzüne bakabilirim.” Hongbin’in omuzları titremeye başladığında genç Prens elini çekmek istedi. “Şimdi git abi,” dedi aceleyle. “Yoruldum.”
Efendi Lee onun elini çekmesine izin verip doğrulmadan önce hızla gözyaşlarını sildi. “Peki.”
Konutun bahçesinden geçerken hüngür hüngür ağlıyordu.
Üç gün sonra yaralı çocuk, durmayan kanaması yüzünden, odasında bir başına uyurken öldü.
***
Lee Hongbin genç bir hanımefendiyi Ming’den gelen gemiden alıp saraya kadar eşlik etmekle görevlendirilmişti.
Bu hanımefendinin namını duymuştu, duymamış olmak için dünyanın öbür ucunda yaşamak gerekiyordu galiba. Öğrencileri onu Âlime Hanım diye çağırıyorlardı ve ülkede ilk kadın âlim olarak ünlenmeye başlamıştı. Meclisteki homurtulardan saray erkânının bu kadını sevmediğini duymuştu.
On beş sene evvel vefat eden Veliaht Prens’in yerine kardeşi Prens Sanghyun getirilmişti. Kral da ilk oğlunun arkasından iki sene sonra gidince apar topar tahta geçmiş, yine apar topar şimdiki Kraliçe ile evlenmişti.
Efendi Lee dostunun ölümünden sonra büyükannesi ve büyükbabasının yanına tapınağa çıkmış, sonsuza kadar kendini oraya kapatmaya ant içmişti. Lakin çok geçmeden, ilk oğlunu kurtarmasından ileri gelen minnettarlıkla Kral tarafından saraya çağırılmış ve kendisine Baş Muhafız unvanı verilmişti.
Sarayda olmaktan, yalnızca genç Kraliçe’nin yaptığı işleri duyduğunda ve tesadüfen onunla karşılaştığında mutlu oluyordu. Kadın ona Doyeon’u hatırlatıyordu, biricik çocukluk arkadaşını. Sarayda adı geçtiğinde yangın çıkmış gibi telaş yaratan o “Âlime Hanım”ı saraya davet ettiğini tüm saray erkânının toplandığı bir şenlikte duyurduğunda bu benzerliğin beyhude olmadığını iyice anlamıştı Lee Hongbin.
“Genç kızlarımızın örnek alabileceği, akıllı ve hayırsever bir hanımefendi olan Âlime Hanım’ı Ming’e seyahatinin akabinde sarayda vereceğim yemeğe davet ettim,” demişti gururla. “Yemekten evvel Kral Hazretleri’yle de ülkenin kadın meseleleri hakkında sohbet edecek. Kim bilir, belki yeniden bir mektep açılır Hanyang’a!”
Cha Hakyeon’un idamından sonra kapatılan âlim mektebinin yeniden açılma fikri on beş sene sonra bile insanların çıldırmasına sebep olmuştu.
Âlime Hanım kendisi için gönderilen tahtırevana binmeyi gülümseyerek reddederken bu çıldırışların gayet farkında olduğunu gösteriyordu. “Sizinle sakin bir yürüyüşü tercih ederim Baş Muhafız.”
Genç kadın oldukça çevik ve uyanık gözüküyordu. Uzun deniz yolculuğu onu hiç yormamış gibiydi. Lee Hongbin’le havadan sudan konuşmuş, öğrencilerini ve öğretmenleri saraya geliyor diye ne kadar sevinip heyecanlandıklarını anlatmıştı. Ona saray, Kral, Kraliçe, saray hizmetkârları, cariyeler, Hanyang ve Hanyang’daki kitap fiyatları hakkında sorular sormuştu. Hatta bir ara kendisine eşlik etmek için görevde bulunan bir asker olduğunu boş verip hayatıyla ilgili de birkaç sual yöneltmişti. “İsminizi çok duydum aslında,” demişti. “Merhum Veliaht Prens’i katliam döneminde suikasttan kurtardığınızı, yakın bir dostunuz olduğunu biliyorum.” Baş Muhafız olduğundan beri kimseyle böyle sohbet edemediğini fark etmişti Lee Hongbin. Hiç düşünmeden konuştu.
Karşısındakinin yalnızca halktan biri olduğunu, sırf Veliaht Prens’i kurtardığı için kendisini saygıyla dinlediğini zannetti.
Saraya vardıklarında genç kadın fark edilir derecede sessizleşti.
“Gerilmeyiniz Âlime Hanım. Kraliçe Hazretleri çok nazik, oldukça zeki bir kadındır. Sizi göreceği için epey heyecanlıydı.”
“Evet biliyorum. Lakin siz benim bugün için ne kadar uzun zamandır beklediğimi hayal bile edemezsiniz Baş Muhafız.”
Ne demek istediğini soramadan varmışlardı Kraliçe’nin konutuna. Geldiği haber verildi ve ikisi birlikte içeri girdiler.
“Majesteleri! Misafirinize limandan buraya kadar eşlik ettim efendim.”
Genç Kraliçe kocaman gülümsüyordu. “Teşekkür ettim Baş Muhafız. Siz çıkabilirsiniz.”
Lee Hongbin selam verip dışarı çıktı. Arkasındaki kapı kapanmadan önce Âlime Hanım’ın kendini tanıtışını duydu. “Kraliçe Hazretlerine selamlarımı iletirim. Bendeniz Âlime Hanım diye bilinen Han Hanhwa. Davetiniz için minnettarım Majesteleri.”

SON

mavinot: Sonuna kadar okuyup sonuna kadar benimle ağlayan ve bir buçuk senedir benden de bu hikayeden de vazgeçmeyen güzel hayaletlerime ve Starlightlara çok teşekkür ederim. İyi ki varsınız, hepinizi çok seviyorum. Son bölüm için yorumlarınızı bırakmayı unutmayınız. Yeni kurgularda görüşmek üzere, mavi kalınız.

6 yorum:

  1. Başından sonuna kadar okuduğum için gerçekten hiç pişman değilim
    Seninle bu yolda yürümek güzeldi Mavi

    YanıtlaSil
  2. Tam kaostan beslenmeye başlarken bitmesi bir boşlukta olma hissi yarattı ama kalemine sağlık~ Hongbin aslında korku filminde ilk giden sarışın tipli biriyken ilk bölümde son bölüme kadar kalması gözlerimi yaşarttı :')

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bol bol yorum yaptığın için ben teşekkür ederimmm ~

      Sil
  3. Bloğunu geç farkettim ama hikayeni çok beğendim. Sonuna kadar keyifle okudum. Kalemine sağlık 😊😊 VIXX in yeri bende bir başka ve karakterleri okadar güzel anlatmissin ki hangi birine üzüleyim bilemedim. En sonda Hongbinin bir başına kalışı işte orda çok kötü oldum. Geçirdiği şu zor dönemde sevenleri olduğunu bilsede yanında olamayışları belkide bi yüzden çok etkisinde kaldım😔😔😔

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yorumunu aylar sonra görüyorum ama şu an daha zor bir dönemde oluşumuz üzdü :( teşekkür ederim <3

      Sil