Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

9 Ekim 2018 Salı

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #29

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

Akşamüstü alacakaranlık başladığında Taekwoon artık ayrılma vaktinin geldiğini anladı. Sonsuza kadar böyle, hiç ayrılmayacakmış gibi sarmaş dolaş olamazlardı.
Yine de olabildiğince ağırdan alıyordu. Evet, Doyeon’u bırakmak istemiyordu. Lakin sürekli annelerine ve birbirlerine yaslanıp biraz da olsa teselli bulmaya, peşlerindeki korkuyu unutmaya çalışan bu çocukları bırakmak da hiç içinden gelmiyordu. Tek başına hepsini koruyamayacağını biliyordu. Hatta orada bulunarak onları daha da tehlikeli bir duruma sokuyor bile olabilirdi.
Sonuçta onlar Gongju Hanım’ın öz çocukları değillerdi. Köle olmalarına gerek kalmayabilirdi. Lakin hanımefendinin onları hala yanında tuttuğuna bakılırsa kaçsalar peşlerinden gidenler olma ihtimali vardı. Sonra aklına bu çocukların kimselerinin olmadığı ve çocuk oldukları geldi. Peşlerinden giden olmasa bile hayata tutunmaları mümkün müydü ki?
Kendini tutamadı. “Hanımım… Sabileri… Ne yapacaksınız?”
Sözlerinin ne korkunç bir mana taşıdığının farkında olan büyük çocuklar dönüp annelerine baktılar. Kadın gülümsedi. “Bizim de bir planımız var elbet.”
“Ben… Size yardım…”
Doyeon elini Taekwoon’un elinin üstüne koydu. “Beyim gidecek teyze,” dedi onun lafını bölerek. “Lakin yüreği benden evvel senin sabilerin için yanar. Benden bile vazgeçerek yapmak istediği şeyden onlar için caysam mı diye düşünüyor. Lütfen ona senin hiçbir zaman evini ya da çocuklarını koruyacak bir erkeğe ihtiyaç duymadığını söyle.”
Bu defa kıkırdadı Gongju Hanım. “Bu devirde tek başına evinden taşacak kadar çok çocuk yetiştiren bir hanımefendinin yediği ilk darbe bu zannediyorsan yanılıyorsun oğlum. Onlardan korkum da birine ihtiyacım da yoktur.”
“Bağışlayın hanımım. Öyle demek istemedim.”
“Biliyorum. İyi niyetin için sağ ol çocuğum. Bizi merak etme.”
İki âşık birbirlerine baktılar. Artık onları tutacak hiçbir şey kalmamıştı. Bu onların son vedasıydı, elleri son kez ayrılacak ve bir daha asla birleşmeyecekti.
Gözlerini onun esmer yanaklarından ayırmadan “Ben artık müsaade isteyeyim,” dedi Taekwoon evin hanımına.
“Nasıl istersen evladım. Çocuklar, Muhafız abinizle vedalaşın bakalım.”
Delikanlı çocukların bir bir ayağa dikilip karşısında düzenli bir kalabalık halini almaya başladıklarını fark edince kalktı. Çocuklar aynı anda eğilip selamladılar onu. “Güle güle gidiniz Muhafız Bey.”
Taekwoon bu düzenli veda karşısında kendini tutamayıp hayranlıkla güldü. “Sağ olun çocuklar,” dedi o da eğilip selam verirken. “Kendinize iyi bakın.”
Gongju Hanım’ı da selamladıktan sonra avluyu geçip dış kapıya gelmişlerdi işte.
Genç kız sevgilisinin elini sıkıca tutuyordu. Biraz daha, biraz daha bakmak istiyordu. Son anlarında onun yüzü gözünün önüne gelsin istiyordu.
“Nereye gideceğimi… Biliyorsun değil mi Doyeon?”
“Evet, beyim. O yüzden sizi ölümünüze gururla gönderiyorum ya işte.”
“Ben de seninle gurur duyuyorum. Annen, ablan, baban da…  Aynı hayale inanan herkes seninle gurur duyuyordu Doyeon. Bunu hiç unutmamanı isterim.”
“Unutmayacağım.”
“Teşekkür ederim. Beni sevdiğin için… Yanında olmama izin verdiğin için…”
“Neyin teşekkürü bu? Yalnızca acı verdim size.”
“Yanında acı çekmiş olmaktan gurur duyuyorum.”
“Birlikte acı çektiğim kişi siz olduğunuz için mutluydum beyim.” Doyeon bir an gözlerini kapattı. Biriken yaşlar gözpınarlarından kurtulup yanaklarında süzüldüler. “Lakin… Yüzsüzlük edip bir şey daha isteyeceğim sizden.”
“Söyle hadi.”
“Gittiğiniz yere iletmenizi istediğim bir çift söz var.” Çocuklar duymasın diye parmaklarının ucuna yükselip delikanlının kulağına fısıldadı. Geri dönerken yanağına bir öpücük kondurmayı da ihmal etmedi.
Sımsıkı sarıldılar. Taekwoon ardına dönüp kapının kilidini açmak için uzanırken genç kızın hıçkırıkları ilişti kulağına. Bir daha döndü. Nefes nefeseydi, kalp çok hızlı çarpıyordu. “Söylemeyi unuttuğum bir şey var,” dedi aceleci bir tavırla. Kız sarsılan omuzlarının arasına gömdüğü başını kaldırıp merakla baktı. “Şimdiye kadar hiç söyleyememiş olmak bana acı veriyor. Seni seviyorum Doyeon. Seni her şeyimle seviyorum.”
İki beden yine yaslandı birbirine. Dudakları da kenetlenmişti bu defa.
Bir dakika sonra kılıcı elinde olduğu halde kendisini inanılmaz derecede savunmasız hissederek sokağa çıkmış bulunuyordu. O çıkar çıkmaz kilitlenen kapının ardında genç kızın hıçkırık seslerine sabilerin hıçkırıkları da karışmıştı.
***
Efendi Lee, Âlim Kim ve Jaehwan Hanyang’ın biraz dışına küçük bir derenin kenarına kadar yürümüşler ve en sonunda mola verip su içmeye ihtiyaçları olduğuna karar vermişlerdi. Jaehwan yıkanacağını söyleyip iki dostu bir ağacın altında biraz yalnız bırakmak istemişti.
Wonsik’in ateşi vardı. Dudakları kurumuş, gözkapaklarının ağırlığı her geçen saniye artmıştı. Dizleri titriyordu. Hongbin yakmayacaklarını üçünün de bildiği bir ateş için çalı çırpı toplama bahanesiyle, bir gözü arkadaşının üstünde, etrafa bakınıyordu. Bir kaçış hali içerisindeydi. Genç âlimin bakışlarından kaçması gerektiğini sezmişti.
“Hongbinciğim.” Artık nasıl kaçacaktı?
“He?” dedi ona hiç bakmadan.
“Gel hele otur bir.”
“Ne oldu?”
“Gel gel.”
Küçük bir çocuk gibi somurtarak elindeki yığını ağacın önüne getirip bıraktı. Sonra oturdu. Wonsik’ten tarafa bakamıyordu. Kafasını Jaehwan’ın çıkardığı şapır şupur seslere vermeye çalıştı.
“Neden kaçırıyorsun gözlerini?”
“Saçmalama ne kaçıracakmışım.”
“Lee Hongbin. Aptal değilim ben.”
“Aptal mı dedik, sanki adama bak.”
“O mühür benim için değildi. Biliyorum.”
“Yalan mı söyleyeceğiz ulan?!”
Âlim Kim derin bir nefes aldı. “İkimiz de Sanghyuk’u tanıyoruz. Beni kurtarmaya niyeti olsa isim listesinden adımı silmek işten bile olmazdı onun için.” Efendi Lee cevap vermek yerine başlığını çözüp yere koydu. “Söyle hadi. Nereden buldun o mührü? Çaldın mı yoksa?”
Genç efendi kaşlarını çattı. “Hırsız muamelesi de görüyoruz anasını satayım.”
“Çalmadıysan… Ne için verdi sana o mührü?”
Eline aldığı bir dal parçasını kırıverdi. “Doyeon’u alıp ona getireyim diye verdi. Oldu mu? Memnun oldun mu duyduğuna?” Bu haber karşısında alt çenesi hafifçe aşağı kaydı dostunun. “Artık önemi yok. Ben almaya gitmediğime göre kimse onu alamamıştır. Biz de o mühür sayesinde kurtulduk. Bitti her şey.”
“Han Sanghyuk bu kadar acımasız biri miydi gerçekten?” Sesi o kadar alçak ve derindendi ki Hongbin’in tüyleri ürperdi.
“Artık düşünme. Bitti,” diyebildi yalnızca.
Wonsik dereye doğru baktı. Jaehwan’ın alacakaranlığın soğuğunda buz gibi suda bu kadar uzun süre kalmasına şaşırmadan edemedi. Yine de işine geliyordu. Şu anki konuşmayı duymamalıydı.
“Hayır, bitmedi.”
“Bitti işte! Gidiyoruz buralardan.”
“Lee Hongbin. Sana aptal değilim dedim!”
Sessizleştiler. Serin bir rüzgârın ardından konuştu Efendi Lee. “Hayır… Aptalsın. Aptalın tekisin sen. Geri zekâlı. Sakın konuşmaya devam etme.”
Ayağa kalkıp yeniden ondan uzaklaşmaya hazırlandı.
“Öldür beni.”
“Kim Wonsik!”
“Başka yolu yok. Senin de aptal olmadığını biliyorum.”
“Kes sesini! Kolunu kırıp seni sonsuza kadar sakat bırakmadan önce kapat çeneni!”
“Anlıyorsun ne demek istediğimi. Yüreğin mani oluyor sana yalnızca.”
“Anlamıyorum! Sus dedim!”
“Babasını öldürdüğü çocukluk arkadaşını saray cariyesi yapmak isteyen bir adam seni yakalarsa sana neler yapmaz ki…”
“YETER!”
“Ben öleceğim zaten. Sen öldürsen de öldürmesen de… Lakin sen…”
“Ne önemi var! En azından seni korumuş olmanın onuru ile veririm canımı!”
“Düşünsene. Sanghyuk şimdi… Ne denli yalnızdır.”
“Umurumda değil o velet!”
“Bir arkadaşının ihanetiyle uğraşırken diğerinin de onunla birlikte gitmesi ne kadar yakmıştır canını.”
“Sen ona ihanet etmedin! Hain falan değilsin sen! Seni buna iten oydu! Onun suçu! Sen yapmadın! YAPMADIN DİYORUM SANA!”
Genç adam dizlerinin üstüne çöküverdi. Ellerini yüzüne kapatıp bir süre hüngür hüngür ağladı. Wonsik ise sakince ağlıyordu, onu izliyordu.
“Hiçbirimizin suçu değil,” dedi en sonunda. “Suçluyu aramaya ömrüm yetmez artık.”
“Konuşma böyle. Ne olur… Sus artık.”
İki arkadaş çoktan sudan çıkıp gelmiş kılıç ustasının az ötede dikilip konuşmalarını dinlediğini bilmiyordu.
“Öldür beni Hongbinciğim. Birimiz onun yanında kalmalıyız. Biliyorsun. İçimizde en yalnız olan oydu her zaman.”
“Yapamam. İsteme benden. Yapamam.”
“Askerlerin elinde can vermektense senin kılıcının ucunda ölmeyi tercih ederim dostum.”
“Olmaz… Hayı-…”
“Olur beyim.” Jaehwan artık sessizliğini bozmanın zamanı olduğunu düşünmüştü. Islak kıyafetleriyle gidip Âlim Kim’in yanına oturdu. İki yarı bir aradaydı, yine bir bütün olmuşlardı. “Kaybedecek neyimiz kaldı ki? Nüfus kaydım olmadığı için memlekettekileri bulamazlar. Yani ben yanlarına gitmediğim sürece… Oraya gitmeyeceksem de saklanacak yerim yok demektir. Sizleri götürecek yerim de… Hem ben de… Artık savaşmaktan çok yoruldum. O günahsız oğlanlarla çarpışıp ölmektense samimiyetine inandığım ve korumak istediğim birinin kılıcının ucunda, yine korumak istediğim birinin yanında, kolumu bile kıpırdatmadan ölmeyi tercih ederim.”
“Bak işte… İkimizin de son dileği bu. Hainlerin bile son dileği gerçekleştirilmez mi?”
“HAİN DEĞİLSİN SEN!!” Genç efendi hışımla ayağa kalktı yeniden. Dizilmiş, kuzu gibi ölümlerini bekleyen iki adama arkasını döndü.
Ayak bileğinde dostunun elini hissettiğinde içindeki son direnişin de yok olduğunu hissetti. “Lütfen Hongbin,” diyordu ayaklarına kapanan.
Onlara bakmadan kılıcını yerden alıp kınından çıkardı.
“Seviyorum seni Kim Wonsik!” diye bağırdı gırtlağını patlatırcasına. “Dostumu yalnız bırakmadığın için teşekkür ederim Jaehwan.”
Sanki ölüme gitmiyormuş gibi huzurla gülümseyen iki yüze baktı sonra. “Özür dilerim. Sizi koruyamadım.”
“Sağ ol Lee Hongbin.”
Tek bir kılıç darbesi ikisinin boğazından aynı anda geçip birbirine sımsıkı kenetlenmiş ellerini kan içinde bırakmadan önce söylediği son sözdü bu Âlim Kim Wonsik’in.
***
“Beyim gittiğine göre bana söyle teyze. Ne yapacaksınız?”
Geçen geldiklerinde Taekwoon’un dizinde uyuyan küçük kız bu defa Doyeon’a sımsıkı yapışmış, onu sakinleştirmek istercesine parmaklarını kolunda gezdiriyordu. “Saklanacağız,” dedi usulca. Bir elini yere koyup bastırdı. “Bunun altına.” Adının Hanhwa olduğunu söylemişti.
Genç kız biraz etrafına bakınca bunun hiç de akıllıca bir plan olmadığını anladı. “Lakin orada…”
Gongju Hanım elini kaldırıp onu susturdu. Ne söyleyeceğini biliyor gibiydi. Konuyu değiştirdi. “Sen neden bizimle birlikte hareket etmeyecekmiş gibi kendini ayrı tutuyorsun ki?”
Öyle yapıyordu. Neden yaptığını bilemiyordu. Sadece… Onlardan ayrılacağını hissediyordu. Yine de çocukların aklını karıştırmak istemedi. “Ah doğru… Peki neden… Hala kapınızı çalan olmadı?”
“Benim siyasi bir rolüm yok kızım. Yalnızca çocukları doyurup birliğe maddi destek sağlıyordum. Daha çok çocuk doysun diye…”
“Sizi tehlikeli görmüyorlar demek.”
“Bana sorarsan Kral Hazretleri çocukları saklamam için bana vakit bile tanıyor olabilir.”
Doyeon kaşlarını çattı. “Neden öyle bir şey yapsın ki?”
“Ben bu kadar sabiyi kendi başıma mı topladım sanıyorsun?” Kadının gülümseyen yüzünden, sessizce annelerini izleyen ifadesiz yüzlere kaydı bakışları. Demek Kral buluyordu onları. Sıcak bir yuva, yumuşak kucaklı bir anne veriyordu.
“Anne,” dedi genç kız gözleri dolarak. “Seni iyi ki tanımışım.”
Hyeyeong Hanım’ın çoktan bu hayattan göçmüş olduğunu tahmin ediyordu Gongju Hanım. “Annen sana hamileyken ablanı da alır gelirdi evimize. O zaman beyim sağ idi. Beni de hep kucağımda, karnımda çocukla görmek isterdi bilirdim. Lakin hiçbir şey söylemedi, yüreğimi acıtacak tek bir laf çıkmadı ağzından. Vefatına yakın bir kız çocuğu getirmiştim bu eve. Senin doğumundan birkaç hafta sonraydı. O da yeni doğmuş bir bebekti. Öleceğini anlamıştım da yalnız kalmaktan mı korkmuştum, bilmiyorum. Belki de göçüp gitmeden kucağımda güzel bir yavrucak görsün istedim. Adını sizinkilere benzesin diye Dohee koymuştum. O büyüyene kadar bir sürü çocuk geldi evime beyim gittikten sonra. Birkaç sene evvel sevdiği bir oğlanla evlenip gitti. Ne zaman seni görsem o gelir aklıma. İlk çocuğum… Senin gibiydi…”
Genç kızın kolunu okşayan küçük güler gibi bir ses çıkardı. “Özledim,” dedi. “Dohee ablamı…”
“Ben de özledim yavrum. O yüzden bu işler biter bitmez, gidip onu bulacaksınız dedim ya. Eminim o da sizi çok özlemiştir.”
“HAN GONGJU’NUN EVİNE! MARŞ MARŞ!”
Sokağın ucundan kalabalık ayak sesleri duyuldu.
***
Veliaht Prens, akşam yemeğinden sonra, validesi Kraliçe Hazretleri’nin konutuna bir bardak çay içmek için uğramıştı. Yüzü solgun, bakışları boş, elleri soğuktu. Bu sıkıntılı halinin bir süredir farkında olup çatılmaya bile mecali kalmamış kaşlarından durumun iyice vahimleştiğini anladı Kraliçe.
Oğlu rahat rahat konuşsun diye hizmetkârlarını gönderdi önce. Lakin onların dışarı çıktığını bile fark etmemişti genç Prens. Annesinin kitaplığına bakıyordu görmeden.
“Veliaht Prens,” diye seslendi. Sonra hemen vazgeçti bu hitaptan. “Neyin var oğlum?”
Kendisine unvanlar olmaksızın seslenilmesini özleyen Sanghyuk uyanır gibi baktı. Gülümsemeye çalıştı. “Mühim değil anne. Yalnız… Zaman zaman hataya mı düştüm diye düşünmeden edemiyorum.”
Kadın oğluna sıkıntı veren şeyi doğru tahmin etmiş, lakin bu kadar açıkça dile getirmesine şaşırmıştı. “Niçin? Niçin böyle düşünüyorsun?”
Elindeki fincanı bırakırken omuzlarını da düşürdü. “Biliyorsunuz ya…” Dilinin ucundaydı. Biri dahi olsa gerçek hislerini bilsin, güçsüzlüğünü duysun istiyordu. Fakat dinleyen başka insanlar olması ihtimali korkutucuydu. Sesi titredi yeniden söze girince. “Arkadaşlarının ölüm emrini veren, evleneceği kadını saray cariyesi yapmaya çalışan… Güvenecek tek insanımı da öldürmeye çalıştığım arkadaşıma kaptıran… Yapayalnız bir adam oldum çıktım.”
“Oğlum…”
Araya girmesine müsaade etmeden devam etti. “Halkın güvenini kazanıp onlar için iyi işler yapmak isterken dostlarımı kullandığım gerçeği kalbimi parçalıyor anne. Üstelik elim bomboş; halkın gözündeki en iyi adamı, halkın hayallerini gerçekleştirmek istediğini söyleyen tek adamı gözümü kırpmadan öldürdüm. Belki de bir daha asla muvaffak olamayacağım güven kazanmaya. Etrafımda ise bunun benim suçum olmadığını… Ölmeyi hak ettiklerini, onlar ölmezse benim öleceğimi, en kötüsüyse dostlarımı ben kullanmamışım gibi onların bana ihanet ettiğini durup dinlenmeden tekrar eden insanlar… Bazen inanıyorum bile onlara. Hâlbuki ben de… Suçlu-…”
“Veliaht Prens!”
Artık anne ve oğul değillerdi, kraliçe ve prens oluvermişlerdi. Yüzüne ağır bir kapının kapandığını hissetti. Boğazı düğümlendi. Fincanını eline yeniden aldı.
“Öylesine anlatıyorum işte Kraliçem.”
“Siz ki bu ülkenin gelecekteki kralısınız, yaptığınız işleri kimsenin sorgulamaya hakkı yoktur. Kudretinizden, muhakeme kabiliyetinizden sual olunmaz. Dağdaki tilkinin, yerdeki karıncanın bile soramayacağı soruları kendinize sorup aklınızı bulandırmamanız hayrınıza olur. Zira bulanan yalnızca sizin aklınız olmaz.”
Annesinin, gözünün ucuyla gördüğü parlak kumaştan yapılma eteğini dahi görmek istemediğini fark ederek başını kapıya çevirdi. Terlediğini hissediyordu. “Haklısınız Kraliçe Hazretleri. Aklımda bulunduracağım.”
“Öyle yapın.”
“Müsaadenizi isteyeyim.”
Peşinde hizmetkârlarıyla konutuna yürürken yüreğinde bazı yerlerin boşaldığını hissediyordu. Lakin bu onu rahatlatan bir his değildi. Aksine azalır gibiydi.
Konutunun bahçesine girmeden dönüp ardındakilere baktı kısık gözlerle. “Bugün bu bahçeden içeri girmeyeceksiniz.”
“Lakin Majesteleri…”
“Emrimi ikiletmeyin. Bugün kimsenin yüzünü görmek istemiyorum.” Tam gidiyordu ki aklına geldi. “Gelen asker olursa gönderin yalnız.”
“Emriniz başımız üstüne Veliaht Prens Hazretleri!”
Belki de biraz uyumalıydı.
***
Gereksiz derecede kalabalık olan asker grubu akşamın karanlığını azaltmak için yaktıkları meşalelerini evin az gerisinde önlerine çıkan, yas esvabı giyinmiş hanımefendinin yüzünü görebilecekleri şekilde eğmişlerdi. Bağırışları kesmişler, gerçek anlamda şaşkınlık içinde kalakalmışlardı.
“DURUN!” diye haykırmıştı onlara doğru koşarken. Esmer yüzü kızarmış, saçları dağılmıştı. Gözlerinden hiç durmayacak gibi akıyordu yaşlar ve tırnaklarını kanatmak istercesine avuçlarına bastırıyordu.
Karşı karşıya dikildikten sonra konuşmamış, askerleri bir bekleyiş içinde bırakmıştı. Zaman kazanmaya çalışıyordu.
Başlarındaki sordu birden: “Kimsiniz Küçük Hanım?”
“Nereye gidiyorsunuz böyle?”
“Çekilin!”
Yürümeye hazırlanan kabalığın karşısında kollarını iki yana açtı. Parmaklarını dahi açarak engeli genişletmek istedi, yaraladığı avuçları meydana çıktı.
“Çekilmeyeceğim!”
Askerlerden biri diğerine fısıldadı: “Bu Veliaht Prens’in nişanlısı Doyeon Hanım değil mi?” Herkes önce birbirine, sonra genç kıza baktı.
“Cha Hakyeon’un kızı mı yani?”
“O zaman onun da…”
“Kesin! Hanımefendi, adınızı söyleyin.”
“Cha… Doyeon…” Sesinin bu kadar özgüvensiz çıkması kendisini öfkelendirdi. Ne zamandır ismini söylemeye utanıyordu? O böyle biri değildi.
Kalabalık yine birbiriyle bakıştı bir süre. “Doyeon Hanım, Veliaht Prens’in emriyle size saraya kadar eşlik edeceğiz.”
“Gitmiyorum hiçbir yere.”
“Bütün şehirde sizi arıyorlar.”
“Umurumda mı sence?”
“Burada Han Gongju Hanım’ın yanında mı saklanıyordunuz?”
“Hayır!” Korkusunu bastırmaya çalıştı. “Onun yanında değil, onun evinde saklanıyorum. Evde kimse yoktu geldiğimde.”
Yalan söylediğini anladıklarını biliyordu. Söyledikleri doğru olsa bile bu adamların o eve girmesini engelleyemeyecekti.
Başlarındaki, iki askere başıyla genç kızı işaret etti. “Götürün.”
Doyeon, onlar kendisine dokunma mesafesine gelene kadar sabretti. Sonra indirdi kollarını. Sanki biri kolunu kopartıyormuş gibi çığlık atıp geriledi. “DOKUNMAYIN BANA!”
“Bedenine zarar vermeyin. Veliaht Prens’in cariyesi olacak.”
Bir anda gözlerinin önünden çocukluğu geçti. Babasının kucağında okumayı öğrendiği zamanlar… Sanghyuk’la, Wonsik’le, Hongbin’le oynadığı zamanlar… Ablasıyla kavga ettiği zamanlar… Annesinin kendisine dünyadaki en değerli varlıkmış gibi muamele ettiği zamanlar… Birlikteki teyzeleriyle, amcalarıyla oynadığı zamanlar… Birliğin faaliyet gösterdiği vilayetleri ziyarete gittiğinde prenses gibi karşılandığı zamanlar… Adını mutluluk ve soyadını gurur içinde söylediği zamanlar…
O zamanlar neredeydi? Ne demişti sevdiği adam? Herkes onunla gurur duymuştu, yalnızca kendisi değil. O da… Babasıyla gurur duymuştu. Karnını doyurduğu insanlar ayaklarına kapanıp minnetlerini dile getirmek istediklerinde onlarla birlikte yere kapaklanırdı. Kimsesiz çocukları, Gongju Teyze’nin çocuklarını kendi çocuklarından ayırmadan severdi. Saraya girdiğinde uçan kuş bile selam dururdu.
O öyle bir babanın kızıydı.
Şimdi ne olmuştu? Babasını asan adamın cariyesi mi olacaktı yani? Hem de sırf o adam yüzünden kendi adını söylemeye çekindiği bir zamanda?
Aniden güldü. Topuklarının yere daha sağlam bastığını hissetti. Omuzları dikleşti. Elini yakasından soktuğunda karşısında onu hayret içerisinde izleyen askerler irkildiler. Gözlerini çevirmek istediler.
Az evvel bodruma gizlenmelerine yardım ettiği çocukları düşünüyordu. Gitmesin diye yalvaran teyzesini ve gitmezse onunla birlikte ölecek o çocukları… Onu vazgeçiremeyeceğini anlayınca yüzünü öpücüklere boğup Muhafız Abi’nin ricasını yerine getirdiğini söyleyen Hanhwa’yı…
Ne iyi yapmıştı… Bir suçlu gibi taşımaktan başka çaresi olmadığı bir dönemde, ne iyi yapmıştı da boynuna takmıştı norigesini. Usulca çıkarıp iki eliyle tuttu ki hepsi görebilsin.
“Biliyorum, siz yalnızca gördünüz bu simgeyi,” dedi annesinden aldığı o vakur sesiyle. “Ne demek olduğunu bilmezsiniz ve benim… Neyle karşı karşıya olduklarını bilmeden zor durumda bırakılan, habersizce canları yanan insanlar için yüreğimde hep bir sızı vardır. O yüzden söyleyeceğim size. İşte bu güzelim kamelya çiçeği sadakat demektir. Lakin onun sadakati sizin sadakatinize benzemez. Halka ve halkı hor görmeyenlere sadıktır o. Halktan kopup gelmiştir, dolayısıyla sadakati kendisinedir aynı zamanda. Benim babam… Sizleri vicdan azabından kıvrandıracak kadar sadık kalmıştır halka. Kendisi bilmiştir halkı ve halk da onu kendisi saymıştır. O yüzden benim babam son nefesini verirken bile başını dik tutmuştur ki onu kendisi bilen halkın başı, o yokken bile eğilmesin.”
Sol yanında duran asker bu konuşmayı dinlemenin bir faydası olmayacağını hissederek ona doğru bir hamle yaptıysa da Doyeon kılını bile kıpırdatmadı. “Dinle bak,” dedi yalnızca. “Gidip o Veliaht Prens’ine anlat diye söylüyorum. Eksik anlatırsan yakar canını. İşte benim o başı dik babam, başı dik annemle beraber başı dik iki kız çocuğu yetiştirmekle kalmamış; koca bir ülkeye başını dik tutmayı öğretmiştir. Ben ki dik bir baş kadar onurlu o babanın, Âlim Cha Hakyeon’un kızı Cha Doyeon’um. Başı dik halkın umuduyum. Dik başları kesen sizin o Veliaht Prens’inizin cariyesi olur muyum sanıyorsunuz?”
Norigesinin bir tarafından tırnağını bastırınca küçük, yuvarlak bir çakı parladı meşalelerin aleviyle. Sakin bir tavırla çakının ucunu kaldırdı gırtlağına doğru. Gülümsedi.
“Unutmayın. Biz olmasak da çok yaşayacak Kırmızı Kamelya.”

mavinot: Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin!! Bir sonraki bölüm final yapıyoruz ^^

2 yorum: