Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
Akşamüstü alacakaranlık
başladığında Taekwoon artık ayrılma vaktinin geldiğini anladı. Sonsuza kadar
böyle, hiç ayrılmayacakmış gibi sarmaş dolaş olamazlardı.
Yine de olabildiğince
ağırdan alıyordu. Evet, Doyeon’u bırakmak istemiyordu. Lakin sürekli annelerine
ve birbirlerine yaslanıp biraz da olsa teselli bulmaya, peşlerindeki korkuyu
unutmaya çalışan bu çocukları bırakmak da hiç içinden gelmiyordu. Tek başına
hepsini koruyamayacağını biliyordu. Hatta orada bulunarak onları daha da
tehlikeli bir duruma sokuyor bile olabilirdi.
Sonuçta onlar Gongju
Hanım’ın öz çocukları değillerdi. Köle olmalarına gerek kalmayabilirdi. Lakin
hanımefendinin onları hala yanında tuttuğuna bakılırsa kaçsalar peşlerinden
gidenler olma ihtimali vardı. Sonra aklına bu çocukların kimselerinin olmadığı
ve çocuk oldukları geldi. Peşlerinden giden olmasa bile hayata tutunmaları
mümkün müydü ki?
Kendini tutamadı.
“Hanımım… Sabileri… Ne yapacaksınız?”
Sözlerinin ne korkunç
bir mana taşıdığının farkında olan büyük çocuklar dönüp annelerine baktılar.
Kadın gülümsedi. “Bizim de bir planımız var elbet.”
“Ben… Size yardım…”
Doyeon elini
Taekwoon’un elinin üstüne koydu. “Beyim gidecek teyze,” dedi onun lafını
bölerek. “Lakin yüreği benden evvel senin sabilerin için yanar. Benden bile
vazgeçerek yapmak istediği şeyden onlar için caysam mı diye düşünüyor. Lütfen
ona senin hiçbir zaman evini ya da çocuklarını koruyacak bir erkeğe ihtiyaç
duymadığını söyle.”
Bu defa kıkırdadı
Gongju Hanım. “Bu devirde tek başına evinden taşacak kadar çok çocuk yetiştiren
bir hanımefendinin yediği ilk darbe bu zannediyorsan yanılıyorsun oğlum.
Onlardan korkum da birine ihtiyacım da yoktur.”
“Bağışlayın hanımım.
Öyle demek istemedim.”
“Biliyorum. İyi niyetin
için sağ ol çocuğum. Bizi merak etme.”
İki âşık birbirlerine
baktılar. Artık onları tutacak hiçbir şey kalmamıştı. Bu onların son vedasıydı,
elleri son kez ayrılacak ve bir daha asla birleşmeyecekti.
Gözlerini onun esmer
yanaklarından ayırmadan “Ben artık müsaade isteyeyim,” dedi Taekwoon evin
hanımına.
“Nasıl istersen
evladım. Çocuklar, Muhafız abinizle vedalaşın bakalım.”
Delikanlı çocukların
bir bir ayağa dikilip karşısında düzenli bir kalabalık halini almaya
başladıklarını fark edince kalktı. Çocuklar aynı anda eğilip selamladılar onu.
“Güle güle gidiniz Muhafız Bey.”
Taekwoon bu düzenli
veda karşısında kendini tutamayıp hayranlıkla güldü. “Sağ olun çocuklar,” dedi
o da eğilip selam verirken. “Kendinize iyi bakın.”
Gongju Hanım’ı da
selamladıktan sonra avluyu geçip dış kapıya gelmişlerdi işte.
Genç kız sevgilisinin
elini sıkıca tutuyordu. Biraz daha, biraz daha bakmak istiyordu. Son anlarında
onun yüzü gözünün önüne gelsin istiyordu.
“Nereye gideceğimi…
Biliyorsun değil mi Doyeon?”
“Evet, beyim. O yüzden
sizi ölümünüze gururla gönderiyorum ya işte.”
“Ben de seninle gurur
duyuyorum. Annen, ablan, baban da… Aynı
hayale inanan herkes seninle gurur duyuyordu Doyeon. Bunu hiç unutmamanı
isterim.”
“Unutmayacağım.”
“Teşekkür ederim. Beni
sevdiğin için… Yanında olmama izin verdiğin için…”
“Neyin teşekkürü bu?
Yalnızca acı verdim size.”
“Yanında acı çekmiş
olmaktan gurur duyuyorum.”
“Birlikte acı çektiğim
kişi siz olduğunuz için mutluydum beyim.” Doyeon bir an gözlerini kapattı.
Biriken yaşlar gözpınarlarından kurtulup yanaklarında süzüldüler. “Lakin…
Yüzsüzlük edip bir şey daha isteyeceğim sizden.”
“Söyle hadi.”
“Gittiğiniz yere
iletmenizi istediğim bir çift söz var.” Çocuklar duymasın diye parmaklarının
ucuna yükselip delikanlının kulağına fısıldadı. Geri dönerken yanağına bir
öpücük kondurmayı da ihmal etmedi.
Sımsıkı sarıldılar.
Taekwoon ardına dönüp kapının kilidini açmak için uzanırken genç kızın
hıçkırıkları ilişti kulağına. Bir daha döndü. Nefes nefeseydi, kalp çok hızlı
çarpıyordu. “Söylemeyi unuttuğum bir şey var,” dedi aceleci bir tavırla. Kız
sarsılan omuzlarının arasına gömdüğü başını kaldırıp merakla baktı. “Şimdiye
kadar hiç söyleyememiş olmak bana acı veriyor. Seni seviyorum Doyeon. Seni her
şeyimle seviyorum.”
İki beden yine yaslandı
birbirine. Dudakları da kenetlenmişti bu defa.
Bir dakika sonra kılıcı
elinde olduğu halde kendisini inanılmaz derecede savunmasız hissederek sokağa
çıkmış bulunuyordu. O çıkar çıkmaz kilitlenen kapının ardında genç kızın
hıçkırık seslerine sabilerin hıçkırıkları da karışmıştı.
***
Efendi Lee, Âlim Kim ve
Jaehwan Hanyang’ın biraz dışına küçük bir derenin kenarına kadar yürümüşler ve
en sonunda mola verip su içmeye ihtiyaçları olduğuna karar vermişlerdi. Jaehwan
yıkanacağını söyleyip iki dostu bir ağacın altında biraz yalnız bırakmak
istemişti.
Wonsik’in ateşi vardı.
Dudakları kurumuş, gözkapaklarının ağırlığı her geçen saniye artmıştı. Dizleri
titriyordu. Hongbin yakmayacaklarını üçünün de bildiği bir ateş için çalı çırpı
toplama bahanesiyle, bir gözü arkadaşının üstünde, etrafa bakınıyordu. Bir
kaçış hali içerisindeydi. Genç âlimin bakışlarından kaçması gerektiğini
sezmişti.
“Hongbinciğim.” Artık
nasıl kaçacaktı?
“He?” dedi ona hiç
bakmadan.
“Gel hele otur bir.”
“Ne oldu?”
“Gel gel.”
Küçük bir çocuk gibi
somurtarak elindeki yığını ağacın önüne getirip bıraktı. Sonra oturdu.
Wonsik’ten tarafa bakamıyordu. Kafasını Jaehwan’ın çıkardığı şapır şupur
seslere vermeye çalıştı.
“Neden kaçırıyorsun
gözlerini?”
“Saçmalama ne
kaçıracakmışım.”
“Lee Hongbin. Aptal
değilim ben.”
“Aptal mı dedik, sanki
adama bak.”
“O mühür benim için
değildi. Biliyorum.”
“Yalan mı söyleyeceğiz
ulan?!”
Âlim Kim derin bir
nefes aldı. “İkimiz de Sanghyuk’u tanıyoruz. Beni kurtarmaya niyeti olsa isim
listesinden adımı silmek işten bile olmazdı onun için.” Efendi Lee cevap vermek
yerine başlığını çözüp yere koydu. “Söyle hadi. Nereden buldun o mührü? Çaldın
mı yoksa?”
Genç efendi kaşlarını
çattı. “Hırsız muamelesi de görüyoruz anasını satayım.”
“Çalmadıysan… Ne için
verdi sana o mührü?”
Eline aldığı bir dal
parçasını kırıverdi. “Doyeon’u alıp ona getireyim diye verdi. Oldu mu? Memnun
oldun mu duyduğuna?” Bu haber karşısında alt çenesi hafifçe aşağı kaydı
dostunun. “Artık önemi yok. Ben almaya gitmediğime göre kimse onu alamamıştır.
Biz de o mühür sayesinde kurtulduk. Bitti her şey.”
“Han Sanghyuk bu kadar
acımasız biri miydi gerçekten?” Sesi o kadar alçak ve derindendi ki Hongbin’in
tüyleri ürperdi.
“Artık düşünme. Bitti,”
diyebildi yalnızca.
Wonsik dereye doğru
baktı. Jaehwan’ın alacakaranlığın soğuğunda buz gibi suda bu kadar uzun süre
kalmasına şaşırmadan edemedi. Yine de işine geliyordu. Şu anki konuşmayı
duymamalıydı.
“Hayır, bitmedi.”
“Bitti işte! Gidiyoruz
buralardan.”
“Lee Hongbin. Sana
aptal değilim dedim!”
Sessizleştiler. Serin
bir rüzgârın ardından konuştu Efendi Lee. “Hayır… Aptalsın. Aptalın tekisin
sen. Geri zekâlı. Sakın konuşmaya devam etme.”
Ayağa kalkıp yeniden
ondan uzaklaşmaya hazırlandı.
“Öldür beni.”
“Kim Wonsik!”
“Başka yolu yok. Senin
de aptal olmadığını biliyorum.”
“Kes sesini! Kolunu
kırıp seni sonsuza kadar sakat bırakmadan önce kapat çeneni!”
“Anlıyorsun ne demek
istediğimi. Yüreğin mani oluyor sana yalnızca.”
“Anlamıyorum! Sus
dedim!”
“Babasını öldürdüğü
çocukluk arkadaşını saray cariyesi yapmak isteyen bir adam seni yakalarsa sana
neler yapmaz ki…”
“YETER!”
“Ben öleceğim zaten.
Sen öldürsen de öldürmesen de… Lakin sen…”
“Ne önemi var! En
azından seni korumuş olmanın onuru ile veririm canımı!”
“Düşünsene. Sanghyuk
şimdi… Ne denli yalnızdır.”
“Umurumda değil o
velet!”
“Bir arkadaşının
ihanetiyle uğraşırken diğerinin de onunla birlikte gitmesi ne kadar yakmıştır
canını.”
“Sen ona ihanet
etmedin! Hain falan değilsin sen! Seni buna iten oydu! Onun suçu! Sen yapmadın!
YAPMADIN DİYORUM SANA!”
Genç adam dizlerinin
üstüne çöküverdi. Ellerini yüzüne kapatıp bir süre hüngür hüngür ağladı. Wonsik
ise sakince ağlıyordu, onu izliyordu.
“Hiçbirimizin suçu
değil,” dedi en sonunda. “Suçluyu aramaya ömrüm yetmez artık.”
“Konuşma böyle. Ne
olur… Sus artık.”
İki arkadaş çoktan
sudan çıkıp gelmiş kılıç ustasının az ötede dikilip konuşmalarını dinlediğini bilmiyordu.
“Öldür beni
Hongbinciğim. Birimiz onun yanında kalmalıyız. Biliyorsun. İçimizde en yalnız
olan oydu her zaman.”
“Yapamam. İsteme
benden. Yapamam.”
“Askerlerin elinde can
vermektense senin kılıcının ucunda ölmeyi tercih ederim dostum.”
“Olmaz… Hayı-…”
“Olur beyim.” Jaehwan
artık sessizliğini bozmanın zamanı olduğunu düşünmüştü. Islak kıyafetleriyle
gidip Âlim Kim’in yanına oturdu. İki yarı bir aradaydı, yine bir bütün
olmuşlardı. “Kaybedecek neyimiz kaldı ki? Nüfus kaydım olmadığı için
memlekettekileri bulamazlar. Yani ben yanlarına gitmediğim sürece… Oraya
gitmeyeceksem de saklanacak yerim yok demektir. Sizleri götürecek yerim de… Hem
ben de… Artık savaşmaktan çok yoruldum. O günahsız oğlanlarla çarpışıp
ölmektense samimiyetine inandığım ve korumak istediğim birinin kılıcının
ucunda, yine korumak istediğim birinin yanında, kolumu bile kıpırdatmadan
ölmeyi tercih ederim.”
“Bak işte… İkimizin de
son dileği bu. Hainlerin bile son dileği gerçekleştirilmez mi?”
“HAİN DEĞİLSİN SEN!!”
Genç efendi hışımla ayağa kalktı yeniden. Dizilmiş, kuzu gibi ölümlerini
bekleyen iki adama arkasını döndü.
Ayak bileğinde dostunun
elini hissettiğinde içindeki son direnişin de yok olduğunu hissetti. “Lütfen
Hongbin,” diyordu ayaklarına kapanan.
Onlara bakmadan
kılıcını yerden alıp kınından çıkardı.
“Seviyorum seni Kim
Wonsik!” diye bağırdı gırtlağını patlatırcasına. “Dostumu yalnız bırakmadığın
için teşekkür ederim Jaehwan.”
Sanki ölüme gitmiyormuş
gibi huzurla gülümseyen iki yüze baktı sonra. “Özür dilerim. Sizi koruyamadım.”
“Sağ ol Lee Hongbin.”
Tek bir kılıç darbesi
ikisinin boğazından aynı anda geçip birbirine sımsıkı kenetlenmiş ellerini kan
içinde bırakmadan önce söylediği son sözdü bu Âlim Kim Wonsik’in.
***
“Beyim gittiğine göre
bana söyle teyze. Ne yapacaksınız?”
Geçen geldiklerinde
Taekwoon’un dizinde uyuyan küçük kız bu defa Doyeon’a sımsıkı yapışmış, onu
sakinleştirmek istercesine parmaklarını kolunda gezdiriyordu. “Saklanacağız,”
dedi usulca. Bir elini yere koyup bastırdı. “Bunun altına.” Adının Hanhwa
olduğunu söylemişti.
Genç kız biraz etrafına
bakınca bunun hiç de akıllıca bir plan olmadığını anladı. “Lakin orada…”
Gongju Hanım elini
kaldırıp onu susturdu. Ne söyleyeceğini biliyor gibiydi. Konuyu değiştirdi.
“Sen neden bizimle birlikte hareket etmeyecekmiş gibi kendini ayrı tutuyorsun
ki?”
Öyle yapıyordu. Neden
yaptığını bilemiyordu. Sadece… Onlardan ayrılacağını hissediyordu. Yine de
çocukların aklını karıştırmak istemedi. “Ah doğru… Peki neden… Hala kapınızı
çalan olmadı?”
“Benim siyasi bir rolüm
yok kızım. Yalnızca çocukları doyurup birliğe maddi destek sağlıyordum. Daha
çok çocuk doysun diye…”
“Sizi tehlikeli
görmüyorlar demek.”
“Bana sorarsan Kral
Hazretleri çocukları saklamam için bana vakit bile tanıyor olabilir.”
Doyeon kaşlarını çattı.
“Neden öyle bir şey yapsın ki?”
“Ben bu kadar sabiyi
kendi başıma mı topladım sanıyorsun?” Kadının gülümseyen yüzünden, sessizce
annelerini izleyen ifadesiz yüzlere kaydı bakışları. Demek Kral buluyordu
onları. Sıcak bir yuva, yumuşak kucaklı bir anne veriyordu.
“Anne,” dedi genç kız
gözleri dolarak. “Seni iyi ki tanımışım.”
Hyeyeong Hanım’ın
çoktan bu hayattan göçmüş olduğunu tahmin ediyordu Gongju Hanım. “Annen sana
hamileyken ablanı da alır gelirdi evimize. O zaman beyim sağ idi. Beni de hep
kucağımda, karnımda çocukla görmek isterdi bilirdim. Lakin hiçbir şey
söylemedi, yüreğimi acıtacak tek bir laf çıkmadı ağzından. Vefatına yakın bir
kız çocuğu getirmiştim bu eve. Senin doğumundan birkaç hafta sonraydı. O da
yeni doğmuş bir bebekti. Öleceğini anlamıştım da yalnız kalmaktan mı
korkmuştum, bilmiyorum. Belki de göçüp gitmeden kucağımda güzel bir yavrucak
görsün istedim. Adını sizinkilere benzesin diye Dohee koymuştum. O büyüyene
kadar bir sürü çocuk geldi evime beyim gittikten sonra. Birkaç sene evvel
sevdiği bir oğlanla evlenip gitti. Ne zaman seni görsem o gelir aklıma. İlk
çocuğum… Senin gibiydi…”
Genç kızın kolunu
okşayan küçük güler gibi bir ses çıkardı. “Özledim,” dedi. “Dohee ablamı…”
“Ben de özledim yavrum.
O yüzden bu işler biter bitmez, gidip onu bulacaksınız dedim ya. Eminim o da
sizi çok özlemiştir.”
“HAN GONGJU’NUN EVİNE!
MARŞ MARŞ!”
Sokağın ucundan
kalabalık ayak sesleri duyuldu.
***
Veliaht Prens, akşam
yemeğinden sonra, validesi Kraliçe Hazretleri’nin konutuna bir bardak çay içmek
için uğramıştı. Yüzü solgun, bakışları boş, elleri soğuktu. Bu sıkıntılı
halinin bir süredir farkında olup çatılmaya bile mecali kalmamış kaşlarından
durumun iyice vahimleştiğini anladı Kraliçe.
Oğlu rahat rahat
konuşsun diye hizmetkârlarını gönderdi önce. Lakin onların dışarı çıktığını
bile fark etmemişti genç Prens. Annesinin kitaplığına bakıyordu görmeden.
“Veliaht Prens,” diye
seslendi. Sonra hemen vazgeçti bu hitaptan. “Neyin var oğlum?”
Kendisine unvanlar
olmaksızın seslenilmesini özleyen Sanghyuk uyanır gibi baktı. Gülümsemeye
çalıştı. “Mühim değil anne. Yalnız… Zaman zaman hataya mı düştüm diye
düşünmeden edemiyorum.”
Kadın oğluna sıkıntı
veren şeyi doğru tahmin etmiş, lakin bu kadar açıkça dile getirmesine
şaşırmıştı. “Niçin? Niçin böyle düşünüyorsun?”
Elindeki fincanı
bırakırken omuzlarını da düşürdü. “Biliyorsunuz ya…” Dilinin ucundaydı. Biri
dahi olsa gerçek hislerini bilsin, güçsüzlüğünü duysun istiyordu. Fakat
dinleyen başka insanlar olması ihtimali korkutucuydu. Sesi titredi yeniden söze
girince. “Arkadaşlarının ölüm emrini veren, evleneceği kadını saray cariyesi
yapmaya çalışan… Güvenecek tek insanımı da öldürmeye çalıştığım arkadaşıma
kaptıran… Yapayalnız bir adam oldum çıktım.”
“Oğlum…”
Araya girmesine müsaade
etmeden devam etti. “Halkın güvenini kazanıp onlar için iyi işler yapmak
isterken dostlarımı kullandığım gerçeği kalbimi parçalıyor anne. Üstelik elim
bomboş; halkın gözündeki en iyi adamı, halkın hayallerini gerçekleştirmek
istediğini söyleyen tek adamı gözümü kırpmadan öldürdüm. Belki de bir daha asla
muvaffak olamayacağım güven kazanmaya. Etrafımda ise bunun benim suçum
olmadığını… Ölmeyi hak ettiklerini, onlar ölmezse benim öleceğimi, en kötüsüyse
dostlarımı ben kullanmamışım gibi onların bana ihanet ettiğini durup
dinlenmeden tekrar eden insanlar… Bazen inanıyorum bile onlara. Hâlbuki ben de…
Suçlu-…”
“Veliaht Prens!”
Artık anne ve oğul
değillerdi, kraliçe ve prens oluvermişlerdi. Yüzüne ağır bir kapının
kapandığını hissetti. Boğazı düğümlendi. Fincanını eline yeniden aldı.
“Öylesine anlatıyorum
işte Kraliçem.”
“Siz ki bu ülkenin
gelecekteki kralısınız, yaptığınız işleri kimsenin sorgulamaya hakkı yoktur.
Kudretinizden, muhakeme kabiliyetinizden sual olunmaz. Dağdaki tilkinin,
yerdeki karıncanın bile soramayacağı soruları kendinize sorup aklınızı
bulandırmamanız hayrınıza olur. Zira bulanan yalnızca sizin aklınız olmaz.”
Annesinin, gözünün
ucuyla gördüğü parlak kumaştan yapılma eteğini dahi görmek istemediğini fark
ederek başını kapıya çevirdi. Terlediğini hissediyordu. “Haklısınız Kraliçe
Hazretleri. Aklımda bulunduracağım.”
“Öyle yapın.”
“Müsaadenizi
isteyeyim.”
Peşinde
hizmetkârlarıyla konutuna yürürken yüreğinde bazı yerlerin boşaldığını
hissediyordu. Lakin bu onu rahatlatan bir his değildi. Aksine azalır gibiydi.
Konutunun bahçesine
girmeden dönüp ardındakilere baktı kısık gözlerle. “Bugün bu bahçeden içeri
girmeyeceksiniz.”
“Lakin Majesteleri…”
“Emrimi ikiletmeyin.
Bugün kimsenin yüzünü görmek istemiyorum.” Tam gidiyordu ki aklına geldi.
“Gelen asker olursa gönderin yalnız.”
“Emriniz başımız üstüne
Veliaht Prens Hazretleri!”
Belki de biraz
uyumalıydı.
***
Gereksiz derecede
kalabalık olan asker grubu akşamın karanlığını azaltmak için yaktıkları
meşalelerini evin az gerisinde önlerine çıkan, yas esvabı giyinmiş
hanımefendinin yüzünü görebilecekleri şekilde eğmişlerdi. Bağırışları
kesmişler, gerçek anlamda şaşkınlık içinde kalakalmışlardı.
“DURUN!” diye
haykırmıştı onlara doğru koşarken. Esmer yüzü kızarmış, saçları dağılmıştı.
Gözlerinden hiç durmayacak gibi akıyordu yaşlar ve tırnaklarını kanatmak
istercesine avuçlarına bastırıyordu.
Karşı karşıya
dikildikten sonra konuşmamış, askerleri bir bekleyiş içinde bırakmıştı. Zaman
kazanmaya çalışıyordu.
Başlarındaki sordu
birden: “Kimsiniz Küçük Hanım?”
“Nereye gidiyorsunuz
böyle?”
“Çekilin!”
Yürümeye hazırlanan
kabalığın karşısında kollarını iki yana açtı. Parmaklarını dahi açarak engeli
genişletmek istedi, yaraladığı avuçları meydana çıktı.
“Çekilmeyeceğim!”
Askerlerden biri
diğerine fısıldadı: “Bu Veliaht Prens’in nişanlısı Doyeon Hanım değil mi?”
Herkes önce birbirine, sonra genç kıza baktı.
“Cha Hakyeon’un kızı mı
yani?”
“O zaman onun da…”
“Kesin! Hanımefendi,
adınızı söyleyin.”
“Cha… Doyeon…” Sesinin
bu kadar özgüvensiz çıkması kendisini öfkelendirdi. Ne zamandır ismini söylemeye
utanıyordu? O böyle biri değildi.
Kalabalık yine
birbiriyle bakıştı bir süre. “Doyeon Hanım, Veliaht Prens’in emriyle size
saraya kadar eşlik edeceğiz.”
“Gitmiyorum hiçbir
yere.”
“Bütün şehirde sizi
arıyorlar.”
“Umurumda mı sence?”
“Burada Han Gongju Hanım’ın
yanında mı saklanıyordunuz?”
“Hayır!” Korkusunu
bastırmaya çalıştı. “Onun yanında değil, onun evinde saklanıyorum. Evde kimse
yoktu geldiğimde.”
Yalan söylediğini
anladıklarını biliyordu. Söyledikleri doğru olsa bile bu adamların o eve
girmesini engelleyemeyecekti.
Başlarındaki, iki
askere başıyla genç kızı işaret etti. “Götürün.”
Doyeon, onlar kendisine
dokunma mesafesine gelene kadar sabretti. Sonra indirdi kollarını. Sanki biri
kolunu kopartıyormuş gibi çığlık atıp geriledi. “DOKUNMAYIN BANA!”
“Bedenine zarar
vermeyin. Veliaht Prens’in cariyesi olacak.”
Bir anda gözlerinin
önünden çocukluğu geçti. Babasının kucağında okumayı öğrendiği zamanlar…
Sanghyuk’la, Wonsik’le, Hongbin’le oynadığı zamanlar… Ablasıyla kavga ettiği
zamanlar… Annesinin kendisine dünyadaki en değerli varlıkmış gibi muamele
ettiği zamanlar… Birlikteki teyzeleriyle, amcalarıyla oynadığı zamanlar…
Birliğin faaliyet gösterdiği vilayetleri ziyarete gittiğinde prenses gibi
karşılandığı zamanlar… Adını mutluluk ve soyadını gurur içinde söylediği
zamanlar…
O zamanlar neredeydi?
Ne demişti sevdiği adam? Herkes onunla gurur duymuştu, yalnızca kendisi değil.
O da… Babasıyla gurur duymuştu. Karnını doyurduğu insanlar ayaklarına kapanıp
minnetlerini dile getirmek istediklerinde onlarla birlikte yere kapaklanırdı.
Kimsesiz çocukları, Gongju Teyze’nin çocuklarını kendi çocuklarından ayırmadan
severdi. Saraya girdiğinde uçan kuş bile selam dururdu.
O öyle bir babanın
kızıydı.
Şimdi ne olmuştu?
Babasını asan adamın cariyesi mi olacaktı yani? Hem de sırf o adam yüzünden
kendi adını söylemeye çekindiği bir zamanda?
Aniden güldü.
Topuklarının yere daha sağlam bastığını hissetti. Omuzları dikleşti. Elini
yakasından soktuğunda karşısında onu hayret içerisinde izleyen askerler
irkildiler. Gözlerini çevirmek istediler.
Az evvel bodruma
gizlenmelerine yardım ettiği çocukları düşünüyordu. Gitmesin diye yalvaran
teyzesini ve gitmezse onunla birlikte ölecek o çocukları… Onu
vazgeçiremeyeceğini anlayınca yüzünü öpücüklere boğup Muhafız Abi’nin ricasını
yerine getirdiğini söyleyen Hanhwa’yı…
Ne iyi yapmıştı… Bir
suçlu gibi taşımaktan başka çaresi olmadığı bir dönemde, ne iyi yapmıştı da
boynuna takmıştı norigesini. Usulca çıkarıp iki eliyle tuttu ki hepsi
görebilsin.
“Biliyorum, siz
yalnızca gördünüz bu simgeyi,” dedi annesinden aldığı o vakur sesiyle. “Ne
demek olduğunu bilmezsiniz ve benim… Neyle karşı karşıya olduklarını bilmeden
zor durumda bırakılan, habersizce canları yanan insanlar için yüreğimde hep bir
sızı vardır. O yüzden söyleyeceğim size. İşte bu güzelim kamelya çiçeği sadakat
demektir. Lakin onun sadakati sizin sadakatinize benzemez. Halka ve halkı hor
görmeyenlere sadıktır o. Halktan kopup gelmiştir, dolayısıyla sadakati
kendisinedir aynı zamanda. Benim babam… Sizleri vicdan azabından kıvrandıracak
kadar sadık kalmıştır halka. Kendisi bilmiştir halkı ve halk da onu kendisi
saymıştır. O yüzden benim babam son nefesini verirken bile başını dik tutmuştur
ki onu kendisi bilen halkın başı, o yokken bile eğilmesin.”
Sol yanında duran asker
bu konuşmayı dinlemenin bir faydası olmayacağını hissederek ona doğru bir hamle
yaptıysa da Doyeon kılını bile kıpırdatmadı. “Dinle bak,” dedi yalnızca. “Gidip
o Veliaht Prens’ine anlat diye söylüyorum. Eksik anlatırsan yakar canını. İşte
benim o başı dik babam, başı dik annemle beraber başı dik iki kız çocuğu
yetiştirmekle kalmamış; koca bir ülkeye başını dik tutmayı öğretmiştir. Ben ki
dik bir baş kadar onurlu o babanın, Âlim Cha Hakyeon’un kızı Cha Doyeon’um.
Başı dik halkın umuduyum. Dik başları kesen sizin o Veliaht Prens’inizin
cariyesi olur muyum sanıyorsunuz?”
Norigesinin bir
tarafından tırnağını bastırınca küçük, yuvarlak bir çakı parladı meşalelerin
aleviyle. Sakin bir tavırla çakının ucunu kaldırdı gırtlağına doğru. Gülümsedi.
“Unutmayın. Biz olmasak
da çok yaşayacak Kırmızı Kamelya.”
mavinot: Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin!! Bir sonraki bölüm final yapıyoruz ^^
Kırdın geçtin Mavi
YanıtlaSilDemiştim bu kız cariye olmaz kendini öldürür diye
YanıtlaSil