Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

19 Ekim 2013 Cumartesi

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #3

11 Şubat 2013
Koşa koşa sınıfımın bulunduğu kata çıktığımda çoktan on dakika geç kalmıştım. Nefes nefese koridorda ilerledim. Gözlerim üstünde 10/E yazan tabelayı arıyordu. Ama... Onu buldu. Duvara yaslanmış, kollarını göğsünde çaprazlamış, kafasını önüne eğmişti. Saçları simsiyah, dalgalıydı. Yumuşacık gözüküyorlardı.
Ayak seslerimi duyunca kafasını kaldırıp bana baktı. Kahverengiydi gözleri. Beni gördüklerine sevinmiş gibi bakıyorlardı.
Uzun parmağını uzatıp karşısındaki kapıyı işaret etti, şöyle söyledi: "Sen de mi geç kaldın?"
Sesini duymak adeta dizlerimin bağını çözdü. Çok... Tanıdıktı ve bu beni heyecanlandırmıştı. Ama o an nefesimin kesilmiş olmasını çok koşmama bağlamıştım. 
İşaret ettiği kapının üstündeki 10/E yazısına baktım. Onaylamak için başımı sallar sallamaz bana doğru geldi.
"Güzel, hadi gidelim o zaman."
Ben ne olduğunu anlamadan elimi tutup beni sınıfa sürükledi. Eli sıcacıktı, ama oldukça sertti. Üşüyen elimi ısıtmasına konsantre olmuştum bir anda, bu yüzden içeride defterlerine bir şeyler karalayan sessiz kalabalığın bize dikilen bakışlarından rahatsız olamadım. Sonra birden beni görür görmez elimi tutan ilk kişinin Atıf Kılıçağ olduğunu hatırladım. Ama onun elleri soğuktu, üstelik pürüzsüzlerdi. Kaçıp gitme isteği doğuruyordu insanın içinde. Bu çocuğun ellerinin tam aksi.
Öğretmen kenetlenmiş ellerimize bakarak "Siz yeni öğrenciler misiniz?" diye sordu. Sınıftakilerin bakışlarındaki dikkat arttı. Ben de ilgisizliğimi -ya da hissizliğimi- göstermek istercesine tahtadan defterlerine geçirdikleri bilmece şekline baktım. Çok kolaydı.
Sıcak elli çocuk soruyu duyar duymaz irkildi. Ben onun yeni öğrenci olduğunu anlamıştım, ama o henüz fark ediyor gibiydi. Usulca elini elimden çekti. Yüzüne yerleşen ufak şaşkınlık gülümsememe sebep oldu.
"Evet," diye cevap verdim öğretmene bakarak.
Çocuk da tekrar etti: "Evet."
"Peki tanışıyor musunuz?" İkinci soru bir adım yana kayıp benden uzaklaşmasına sebep oldu.
"Hayır," dedim.
"Hayır," dedi.
"Geç kaldınız."
"Evet."
"Evet."
"Geçip oturun. Bir daha olmasın."
Sınıfa bir göz attım. Tek boş sıra vardı. Şimdi de sıra arkadaşı olmuştuk!
Onun olayı kavramasını bekleyemeden yürüdüm. Duvar kenarını onun için boş bırakıp diğer tarafa oturdum. O da hızla beni takip etti. Hala dikkati dağılmayan birkaç bakış arasında en arka sırada birbirimizden olabildiğince uzak oturmaya çalışıyorduk.
Öğretmen kendimizi tanıtmamızı istedi. Göz ucuyla birbirimize baktık. Sonra o kalktı, elleri ceplerindeydi.
"İsmim Demir," dedi kısaca.
Öğretmen bıkkınlıkla içini çekti. "Soyadın?"
Demir bir an durup nefes aldı. Vereceği cevaptan emin değil gibiydi. "Listede yazmıyor mu?"
Ön sırada oturan gözlüklü bir kız sincap gibi kafasını kaldırıp "Listeler daha gönderilmedi," diye atladı.
"Yoksa soyadını mı unuttun?" Öğretmen kollarını göğsünde çaprazladı.
Demir bir elini çıkarıp ensesini sıvazladı. "Pazı."
Sınıfta bir saniyelik sessizlikten sonra kahkahalar koptu. Bazı kızlar dönüp Demir'in kollarına baktılar. Öğretmen rahatsız olmuş bir sesle "Espri yapmıyorsundur umarım," diye homurdandı.
"Hayır," diye kafasını iki yana salladı Demir. "Ciddiyim."
Pazıları kontrol eden kızlar gülüştü. Demir'in dudaklarından çapkın bir tebessüm gelip geçti.
"Nereden geldin?"
"İstanbul."
"Neden?"
"Şey... Ailevi sebepler diyebiliriz."
Öğretmen bir saniye duraksayıp bana dönünce Demir yerine oturdu. "Peki sen?"
Ayağa kalkıp hızlıca kendimi tanıttım: "İsmim İpek Arıkan. Eskişehir'den geldim."
"Sen şu sürekli nakil aldıran kız mısın?"
Güldüm. "Evet, hocam."
"Namın aldı yürüdü İpek. Daha gelmeden öğretmenler merak ettiler seni." Öğrencilere baktı. "Arkadaşınız ilk yılında tam dört kez nakil yaptırdı," diye açıkladı.
"Neden o kadar çok?" diye şaşkınlıkla sordu hafif tombul, sırıtkan suratlı bir çocuk.
Artık kendi durumumu normal karşılamaya alışmıştım. Hatta bununla ilgili espriler bile yapabiliyordum. Şakacı bir yüz ifadesi takınmaya ve durumun trajik tarafını unutmaya çalışarak "Bir yerde üç aydan fazla kalınca sıkılıyoruz," dedim.
"Peki neden Ankara?" diye sordu öğretmen. "Ya da neden başka bir yer?"
Gülümsemem ufaldı. Çünkü üstesinden gelemeyeceğim bir hatıra güve gibi kemiriyordu onu.

Ocak 2013
Atıf Kılıçağ'ı en son görüşümde ikimiz de perişan haldeydik. Duvarlarında, zemininde, tavanında, her yerinde benim fotoğraflarım olan bir odadaydık. O ayakta duruyordu, bense dizlerimin üstündeydim. Daha doğrusu ayaklarına kapanmış vaziyetteydim. İkimizde ağlıyorduk.
"İpek," dedi sesinin titreyişine engel olamadan. "İpek kalk ayağa."
"Lütfen..." diye bağırdım söylediklerini duymazdan gelerek. "Ne olur rahat bırak bizi. Yalvarırım bırak. Benim annemin, dedemin, arkadaşlarımın ne günahı var? Bırak onları yalvarırım."
Atıf Bey sessizleşti. Saçlarımı hızlı hızlı okşayan elleri durdu. Bir şeylerin yeni farkına varıyor gibiydi.
"Ne istersen yaparım ama onlara bir şey yapma. O insanların bir günahı yok."
Dizleri titredi ve o da benim gibi dizlerinin üstüne çöktü. Aniden, sert bir hareketle kollarını omuzlarıma doladı. Özür dilemeye başladı. Bunca zaman boyunca dudaklarının arasından en çok çıkan sözcükler bunlardı: "Özür dilerim."
Ama hiçbir zaman doğru şey için özür dilemezdi. Hep gereksiz, saçma sapan şeyler söylerdi, beni hiç anlamazdı. O gün ilk kez anahtar kelimelerini doğru seçti: "Canını yaktığım için özür dilerim."
Şaşkınlıkla bin türlü özrünü dinledim. "Senin için ne yapabilirim? Söyle bana. Ne yapabilirim. Söyle."
"Rahat bırak beni," dedim gözlerimi silmeye çalışarak. "Lütfen."
Dışardan gören biri beni babasının kucağında ağlayan küçük bir kız sanabilirdi. Ne rezillik.
Bana daha sıkı sarılıp yanağıma sesli bir öpücük kondurdu.
"Evinde, okulunda dokunmayacağım sana. Ama hepten bırakamam. Bırakamam İpek. Olmaz."
Hıçkırıklarım yükseldi. Tek yapabildiğim kafa sallamak oldu. Kollarından kurtulmak için mücadele edecek gücüm bile yoktu. Yorgun başım omzuna düştü. Kendimi toplayana kadar ağladım. Birlikte ağladık.
Hayatımın en korkunç gecesiydi bu. Yaklaşık bir ay önce yaşanmıştı. Hiç yaşanmamış gibiydi.
Yarıyıl tatilinde Atıf Bey tarafından Ankara'da gözünün önünde olabileceğim bir okula yerleştirildim uslu duracağım sözünü vererek. O da okula adamlarını sokmayacağına, evime hiçbirinin adım bile atmayacağına yemin etti ve peşimden Ankara'daki evine geldi.

Bundan önce nereye gidersem onun gelme ihtimalinin az olduğu yerleri seçmeye çalışmıştım. Ama ya bacakları çok uzundu, ya da o ne zaman biteceği belli olmayan servetiyle bir ışınlanma makinesi yaptırmıştı. Ankara tüm umutlarımın tükendiğinin resmiydi. Atıf Bey'den kaçış yoktu.

11 Şubat 2013
"Haritayı duvara asıp dart atıyoruz," dedim düşüncelerimin içinden çıkmaya çalışarak. Sınıf kahkahalarıyla bana yardım etti.
"Ya? Demek öyle. Peki ders çalışmak zor oluyor mu? Derslerin nasıl?"
Derin bir nefes alıp yüzüme bilmiş bir ifade yerleştirdim. "Pek arkadaş edinemiyorum. Haliyle derslerimle meşgul olmak kolay oluyor. Geçen yıl her gittiğim yerde sınıf birincisiydim."
"Arkadaşın olmayınca ders çalışmak kolaylaşıyor mu? Ben bunun doğru olduğunu düşünmüyorum." Demir'in elleri hala ceplerindeydi, kafasını kaldırmış bana bakıyordu. Kayıtsız bir sesle konuşmuştu. Bütün dikkatler onun üstündeydi.
"Neden?" diye sordum şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak.
"Benim de arkadaşım yok, ama ben çalışamıyorum."
"Arkadaşın olsa çalışır mıydın?"
"Benim arkadaşım olur muydun?" Sınıftakilerin nefeslerinin duyulduğu derin bir sessizlik oldu. Bunu öyle davetkar bir sesle söylemişti ki cümle kendi anlam çizgisinden kaymıştı.
"Tabii," dedim normal karşılamaya çalışarak. Soğukkanlı olmazsam bu benim aleyhime olurdu.
"O zaman çalışmazdım." Öğretmen de dahil olmak üzere herkesten şaşkınlık dolu tıslamalar yükseldi.
"Nedenmiş o?"
"Seni izlemekten dikkatimi veremezdim ki." Bu sefer herkes aptala bağlamıştı. Böyle bir durumda verilebilecek utandırma amaçlı tepkilerden bile eser yoktu.
"Niye beni izleyecekmişsin?!" diye sesimi yükselttim. Tehditkar bir şekilde, hafifçe ona doğru eğilmiştim.
Boynunu biraz daha uzatıp yaklaştı, gözlerini gözlerime dikti. "Çünkü her an kaçacak gibi duruyorsun," dedi. "Koşmaya başladığın anı kaçırmak istemezdim."
Korkutucuydu. Demir daha ilk tanıştığımız günden bastırdığım tüm duyguları görmüştü. Elimi tuttuğu için olmalıydı değil mi? Elimi tutmuştu ve bir sihir yapmıştı. Aklımdakileri tek tek öğrenmişti.
İşin tuhaf yanı içimi görebilen birine ihtiyacım olduğunu fark etmemi sağlamış, beni rahatlatmıştı. Beni anlayabilen biri vardı, iyi ya da kötü olması önemli değildi! Bu yüzden onu yargılamadan kabul ettim.

Demir Pazı'nın sert elleri; çok ama çok tanıdık gelen bir sesi; siyah, dalgalı saçları vardı ve o an ona doğru eğilmiş beni anlayan biri gönderildiği için şükrederken, kokusunu alabiliyordum. Sararmış fotoğraflardan, tedavülden kalkmış eski paralardan, daha bebek doğmadan dizilen ve yıllar sonra evlenirken açılan çeyizlerden, mezarlıklardan... Ölmüş birinden gelen bir kokuya benziyordu. Limon kokusuydu bu. Çok tanıdık bir limon kokusu...


6 yorum:

  1. Ah çook güzeldi. Bu bölümün güzel olacağını söylemiştin ama bu kadarını beklemiyordum. Ellerine sağlık gerçekten çok iyi olmuştu. En sevdiğim cümle:
    "Haritayı duvara asıp dart atıyoruz" çok güldüm buna

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim Deliciim. O cümleyi yazarken ben de çok güldüm. ^^

      Sil
  2. haritayı duvara asıp dart atıyorsunuz demek. bayıldım yahu. espri anlayışına hayran kaldım. yavaş ilerlese de güzel olacak gibi duruyor bu hikaye. devamını bekleyeceğim.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. En çok eğlendiğim kısma herkesin gülmesi beni pek sevindirdi sahiden. Çok teşekkür ederim, beklentini karşılamaya çalışacağım. :)

      Sil
  3. Çocuğumuzun adının Demir Pazı olduğunu duyduğum an hayalimde Temel Reis kılıklı biri canlandı ama hayır, başrol çocuk yakışıklı olmalı diyerek kendimi sarstım ve çabucak toparlandım ^^ Atıf da cidden tırsınç bir herifmiş, okurken korktum..
    Bu esprili bölüm için teşekkürler, limon kokusu kısmı çok duygusal olmuş ^0^

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Atıf öyledir ama severim keretayı. Ve evet Demir yakışıklı ama Temel Reis yazarken benim de aklıma gelmişti ahaha :D

      Sil