Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

27 Ekim 2013 Pazar

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #4

17 Şubat 2013
"Anne? Babam ölmeden önce hangi sabunu kullanıyorduk biz?" 
Annem yaptığı tığ işinden başını kaldırmadan cevap verdi: "Sabun yapan bir komşumuz vardı, ondan alıyorduk."
"Ne oldu o komşunuza?" Tarih kitabından not çıkarıyor gibi gözüksem de ben bile bunu yaptığımı unutmuş halde annemin cevabına konsantre olmuştum.
"Tası tarağı toplayıp memlekete döndü."
"Adı neydi peki?" diye devam ettim sormaya. Umudumda en ufak bir azalma yoktu.
"Nereden hatırlayayım yavrum. Yıllar oldu görmeyeli. Allah bilir ölmüştür bile."
Derin bir iç çektim. "Yani bulamaz mıyız o sabunlardan bir daha?"
"Bulamayız canım. Gül kokulu sabunlarımızla idare edivereceksin."
Çılgınca 'idare edemem anne!' diye bağırmak istiyordum. Yine de bu arzuyu bastırıp Tarih kitabımın hiç de tozlu olmayan sayfalarına geri döndüm.
Okula başlayalı bir hafta olmuştu. Beni takip eden adamları atlatmaktan vazgeçtiğim için rahatça okula gidip gelebilmiştim. Sınıfta hala Demir'in yanında oturuyordum. Onunla ilgilenen fingirdek kızlar dışında sınıf bizden elini çekmiş, bizi kendi halimize bırakmıştı. Yine de aralarına karışmakta bir zorluk çekmiyorduk, en azından bizi dışlamıyorlardı.
Demir, genellikle iyi bir arkadaştı. Aramızdaki mesafeli ilişkiyi gözü gibi koruyor, buna rağmen yalnız hissetmeme engel oluyordu. Ayrıca dediği gibi, bir haftadır beni izlemekten ders dinlemiyordu. Bana söylediği şeyi kanıtlamak ister gibiydi. Üstüme diktiği bakışlarından en ufak bir anlam çıkmıyordu. Ölü bir balığa benziyordu, iz sürücü ölü bir balık.
Öğle yemeklerini o sınıfta oturup diğer kızları da kesmek istemediğinde birlikte yiyorduk. O olmadığı zamanlardaysa ben Ufuk'la ya da Zeynep'le takılıyordum. Bazense hep birlikte sohbet ediyorduk. Zeynep ve ben Demir'in alıcı gözlerle bakmadığı tek kızlardık, yani onun yanında rahat davranabiliyorduk. Arada bir Demir'in, Zeynep'in sınıfın en güzel kızlarıyla arkadaş olmasını kullanmak için fırsat kolladığını düşünmüyor değildim. Gerçek bir hovardaydı, bu yüzden ona karşı tutumlu olmalıydım.
Ama yapamıyordum.
Demir o kadar sempatikti ki sadece üç dakika konuşsa bile onunla arkadaş olmak isterdiniz, emin olun.
Kulağına kulaklıklarını takıp kafasını sıraya yaslaması, genç bayan öğretmenlerle bile flört eder gibi konuşması ve... O limon kokusu.
Koca hafta boyunca aklımı kaplayan limon kokusu hiç geçmemişti. Burun alışınca kokuları alamaz olur diyenlerin duyguları hiç hesaba katmadığını öğrenmiştim. Babamın özlemini bastırdığım duyguların arasından çekip çıkarıvermişti işte. Uçup gitseydi nasıl yapabilirdi bunu?
Kalemim hırsla kağıtların üstünde kayarken kapı çaldı usul usul. Annem kılıcını bırakan bir şövalye edasıyla tığını bırakarak ayaklandı. Gelen yan evde oturan yaşlı kadındı. Misafirimizi güle oynaya karşılayıp içeri buyur eden anneme ters bir bakış attım. Ona hayatımızı çıkmaz sokağa sürükleyen olaydan sonra çevreden arkadaş edinmemesini tembihlemiştim hep. Ama o yalnızlığını bahane etmişti.
"Yarın pazartesi diye İpek erken yatar dedimdi ama hala çalışıyor maşallah," diyerek yarı övgü, yarı yergi dolu bakışlarla baktı yüzüme, dedikodu yapmak için ağzını açmaktan dudaklarının kenarları gevşemiş komşumuz. Yapmacık bir gülümseme gönderdim ona. Saat daha dokuz buçuktu, erken yatmak için bile çok erkendi.
Gözümde gittikçe önemsizleşen Tarih notlarıma kendimi bırakarak, onların orta yaşlı sohbetlerinden uzak kalmaya çalıştım.
Uzunca bir zaman sonra, annemle komşunun sohbetlerinin en civcivli yerinde zil yeniden çaldı. Üçümüz de yaptığımız işlere o kadar odaklanmıştık ki yerimizde sıçradık. Annemle göz göze geldik. Saat on bire yaklaşıyordu, bu saatte çalan zil hayra alamet olamazdı.
O, hızla kalkıp kapıyı açmaya gidince ben komşu anlamasın diye yarım ağız gülümseyip normal bir surat ifadesiyle, şu an gerçekten dünyanın en önemli işi buymuş ve kapıda kimin durduğu umurumda değilmişçesine, bir ders kitabında bulunabilecek en gereksiz cümlelerden birini tekrar tekrar okumaya başladım. Kulaklarım bir köpeğinki gibi dikilmişti.
Annemin rahatlamış sesinin arkasından kalın bir erkek sesi duydum. Yan gözle komşuya baktığımda benim rahatlamış olduğum kadar onun gerildiğini fark ettim. Ona göre gecenin bu vakti -biri dul olmak üzere- iki dişinin yaşadığı bir eve erkek sinek girmesi bile yanlıştı. Şimdi gidip bunu herkese anlatmalı, bizi rezil etmeliydi. Galiba unutuyordu, dedikodu da en az bizim yaptığımızı zannettiği şey kadar yanlıştı.
"İpek, bir dakika gelir misin?" diye seslendi annem. Komşudan iğrenmiş bakışlarımı gizleyerek kapıya gittim. Annem neredeyse kapalı olan kapıyı işaret ederek "Sizi yalnız bırakayım," diye mırıldandı. Dedikoduya malzeme arayan komşuya doğru gitti.
Kimi görmeyi bekliyordum bilmiyorum, ama onu görünce çok şaşırmıştım. Kahramanım gelmişti. Ve ben karşısında uzun geldiği için paçalarını kıvırdığım parlak sarı bir eşofman, çamaşır suyu damladığı için yer yer beyaz lekelerle süslenmiş bordo bir tişörtle duruyordum. Saçlarımsa zıvanadan çıkmıştı.
Hangisini saklayacağımı bilemeden "Hoş geldiniz!" dedim. Ağzım kulaklarıma varmıştı. "Sizi içeri davet etmek isterdim, ama..."
"Hoş buldum İpek Hanım. Hayır, teşekkürler. İyiyim böyle."
"Lütfen bana İpek Hanım demeyin, anlaştık sanıyordum."
"Bütün gün senden o şekilde bahsedince biraz kafam karışıyor," diye güldü.
"Kendinizi özletiyorsunuz. Sizi uzun zamandır göremiyorum."
"Fırsat olmuyor. Seni kolay kolay emanet etmiyorlar herkese."
"Peki, gecenin bu vakti neden geldiniz buralara?" Sokak lambasının altında parıldayan dazlak kafasına bakmak için kafamı iyice kaldırdım. Saçsız bir başın kıvrımları ancak bu kadar yakışabilirdi bir surata.
"Yarın sabah nöbet bende," dedi uzun parmakları olan koca eliyle kıravatını düzelterek. "Eğer izin verirsen metro yerine benim arabamla gidelim diyecektim. Sohbet de ederiz."
"Tabii!" dedim sevinçle. "Memnun olurum." Birden duraksadı. Sağa dönüp birkaç adım yürüdü, sonra eğildi. Zaten patlayacakmış gibi duran siyah ceketinin dikiş yerleri zorlandı. Bu kadar iri olmak başa bela olmalıydı. Tekrar önüme geldiğinde elinde poşetler vardı.
"Sizin için alışveriş yaptım biraz."
"Ne gerek vardı..."
"Çok bir şey yok. Sevdiğin tatlıdan altım." Birkaç adım geri çekilince poşetleri eşiğin bu tarafına bıraktı.
"Teşekkür ederim," diye mırıldandım. Aklımdan sevdiğim tatlıyı Atıf Beyin bilip bilmediği sorusu geçti. Bu sırada o, parmaklarıyla oynamaya başlamıştı. Dilinin ucunda bir şey var gibiydi.
"Şey... İpek," dedi birden. "Bir şey sormam lazım." Kafamı kaldırıp sesindeki bu endişenin lacivert gözlerine yansıyıp yansımadığına baktım. Oradaydı. Ben de endişlenedim birden. Cevap vermeye cesaret edemeyip onun devam etmesini bekledim.
O sırada içerden sesler geldi. Komşumuz, davetsiz -ve erkek- misafirimizi görmek telaşesiyle ayaklanmıştı. Kahramanıma doğru bir adım attım, sanırım ona siper olmayı amaçlamıştım. Ama o beni kolumdan yakalayıp bahçeye doğru çekti. Birkaç saniye sonra bir ağacın arkasında kapıdaki poşetleri, ha bir de benim nerede olduğumu soran komşuyu izliyorduk. Poşetleri daha çok merak ettiğine bahse girebilirdim.
Bir an elimin, kahramanımın kıravatının ucunu kavradığını fark ettim. Aynı anda kıravata, sonra da birbirimize baktık. Gülüştük. Hatırlamıştık.

2011 - Yaz
İnsanların beni takip etmelerine henüz alışmaya başlamıştım. Hala her gece ağlıyordum. O zaman Balıkesir'deydik. İlk dönem bitince ilk kez kaçma girişiminde bulunmuştuk. Sonuç işe yaramaz olunca bir kez daha denemeye karar vermiştik. Yeniden taşınmaya hazırlandığımız günlerdi. Annemle evdeki bütün soğuk içecekleri tüketmiş, yenilerine ihtiyaç duymuştuk. Annem elime biraz para tutuşturup markete gönderdi beni. Ne bulursam almamı söyledi.
Kahramanımı ilk kez o gün gördüm. Evden çıkar çıkmaz gözüme çarptı. Emin olun siz de o sıcakta gömleğinin düğmelerini gırtlağına kadar iliklemiş, siyah takım elbiseli, çok uzun boylu, dazlak bir adam görseniz dikkatinizi çeker. Üstelik bir de gözlerini dikmiş size bakıyorsa...
Bu sefer soğukkanlı olmaya karar vermiştim, onu umursamayacaktım. İşimi halledip eve gidecek, annemle aylaklık edecektim.
İlk beş dakika iyi idare ettim aslında. Ta ki koca bir sokağı dolduran eli bıçaklı, silahlı, kürekli, sopalı insanlar görene kadar. Niye oradalardı, niye kavga ediyorlardı bilmiyorum ama sanki bir adım daha atarsam bana saldıracaklarmış gibi hissettim. Donakaldım. Korkudan bacaklarım titredi. Geriye doğru bir hamle yapmak istedim ve bu düşünce aklımdan geçer geçmez birisi havaya ateş etti. Yerimde sıçradığımı hissettim, gerçi gökyüzüne doğru fırlamış da olabilirim.
İşte o an kahramanım beni kolumdan yakalayıp sokaktan çıkardı. Alçak bir duvarın arkasına saklanıp olup bitenleri izlemeye başladık.
Elim kıravatının ucunu yakalamıştı, buruşturuyordu. Yaptığım şeyi fark edince elimi hemen çektim, ancak o gülümsemekle yetindi.
Başımı okşadı, kolunu omzuma attı. "Sen güçlü bir kızsın," dedi. "Kimse sana bir şey yapamaz. Korkma."
Kimsenin, hatta Atıf Bey'in bile bana bir şey yapamayacağını söyleyen, beni güçlü olduğuma inandıran, korkularımdan kurtaran adam, kahramanım. Onun adı Süleyman'dı, tıpkı babamınki gibi. Uzunca bir süre güvendiğim tek erkekti. Nefret dolu kelimeler dışında kendisine bir şeyler söyleyebildiğim tek adamıydı Atıf Bey'in. 
Aslında onun da kötü bir adam olması gerekiyordu.
Ama kötü adamlar kıravatlarıyla oynamanıza asla izin vermezlerdi.

4 yorum:

  1. Yorumu biraz geç de olsa yazıyorum. Efenim öncelikle bu Süleyman'ı çok sevdim. Zaten Atıf'ın adamlarından biri olduğunu tahmin etmiştim. Bir de şu gıcık komşu teyze var ki hiç sevmedim onu. Ayrıca ben Demiri daha çok görmek istiyorum. Lütfen Demir,Demir,Demir olsun. Yine güzel bir bölümdü,ilham perilerin hiç gitmesin :D Süleyman İpek'e ne diyecek merak ederken yeni bölümü heyecanla bekliyoruz

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Tişikkirlir sipirmin ^^ Bol Demir'li bir bölüm yazacağım yakında. :P

      Sil
  2. Bölümleri bitirirkenki en son vuruşlarına bayılıyorum ^0^ yine güzel bir bölüm olmuş

    YanıtlaSil