Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

29 Mart 2017 Çarşamba

İki - Ne Önce Ne Sonra

(ilk parçayı okumak için tıklayın > İki - Önce)

Barış'ı yanımda hiç istememiştim. Komşu yurttaki öğretmenler, o hastanede yatarken yanına gitmem için uğraşmışlardı. Arkadaş olduğumuza dair saçma fikirlere nereden kapıldıklarını anlamamış ve gitmemekte inat etmiştim.
Sonradan fark ettim ki hastanede Barış adımı dilinden düşürmemişti. Öğretmenlere beni ona götürmeleri için yalvarmıştı günlerce. Taburcu olduğunda da peşimden düşmedi.
Onunla mecburen arkadaş olduğumu söylemek benim için daha kolay, en azından mide bulantılarıma ket vuruyor bu fikir. İşin aslı, onun etrafımda olması beni fazlasıyla rahatlattığı için ona izin verdim. İzin vermemek için çok direndim; ama yemeğinde görülmeyecek kadar küçük bir kıl parçası bulduğunda çılgına dönen o çocuk, ben üstüne kustuğumda öğürmeyi bırakın gözlerini bile kaçırmayınca razı oldum. 
Fazlasını yapamıyordum. Hiç koruyup kollamamış, hiç sevgi göstermemiştim ona karşı. Bazen topal bacağı ağrıdığında krem sürüp masaj yapardım, o kadar. Onunla ilgili beni iğrendirmeyen tek şey yaralarıydı sanırım.
İkimiz de köpeklerden çok korkardık, tek ortak noktamız buydu. Yetiştirme yurdunda büyümek dışında tabi... Birbirine komşu olan iki ayrı yurtta olmamıza rağmen, aynı evdeymiş gibi yaşadık çocukluk yıllarımızı. Barış kopmak istese, kolayca kopabilirdik ama hiç istemedi. Belki de söylemesem de benim de kopmak istemeyeceğimi bildiği içindi.
Öyle çok ahım şahım bir hikayemiz yok bizim. Sürekli kusan huysuz kız ve sabırlı cana yakın çocuğun uzun yıllar süren arkadaşlığından ibaretiz yalnızca.
Öyle çok sık rüya da görmem ben. Barış'ı bir rüyayla tanımış olduğum bir gerçek ve ona sımsıkı sarılışlarımın tek sebebi rüyalarım olabilir ama bunların hayatımdaki yeri gerçekten çok küçük. Belki üstüne düşünsem korkunç bir sorun ya da büyük bir dönüm noktası olabilirdi her şey. Ben bir sonraki adımını düşünerek kendini harap eden insanlardanım daha çok, fazla ilerisini kurcalamam. Akşam yemeğini kusmadan yiyebilmek için gereken şeyleri yapmak; benim için hayatın anlamından, geleceğimden ya da hayallerimden daha önemlidir.
Barış'sa olması gerektiği gibiydi. Hem akşam yemeği için plan yapar; hem de çalışma hayatında olmak istediği şehri seçip seçemeyeceğini uzun uzadıya düşünüp kendine seçenekler belirler, sonra da onlara göre atardı adımlarını. Sırf bu yüzden bazen Barış'ın çektiği yola gittiğimi düşünüp paniğe kapıldığım olurdu. Sonra akşam yemeğini hatırlardım ve "Boş ver," derdim kendime. "Barış'ın götürdüğü yoldan gitmeyeceksen hiçbir yere gidemezsin zaten." O da benim için kendi yolunun yanına bir yol daha çizmekten gocunmazdı.
Şimdi düşünüyorum da bu "rüya"larımın hepsinde Barış da benimleydi. İlkinde de... Sonuncusunda da... Bir şekilde ismimi söylüyordu. Çoğunda ismim onun dudaklarından çıktığı anda yaşadıklarımın bir rüya olduğunun farkına varıyor ve uyanmak için çaba harcıyordum. Ama hiçbir zaman gördüğüm şeyleri tam anlamıyla değiştiremedim, ne rüyada ne de gerçek hayatta. Hepsine şahit olmak zorunda kaldım, bu da mide bulantılarım için aldığım önemleri çoğu zaman faydasız kıldı.
Bana göre zor bir hayatım yoktu, sadece fazla hıçkırık tutuyordu beni. Rüyalarımdan sıçrayarak uyandığımda hemen gözlerimi bulan Barış'ın gözlerinden onun farklı düşündüğünü anlayabiliyordum. Ben çoğu zaman sakin olurdum, belki inanmayacaksınız ama hayvanların öldüğünü gördüğüm rüyalarda bunların gerçekleşeceğini bile unuttuğum olurdu uyanınca. Yalnızca hayatımda geriye baktığım şu anda aslında unutulmayacak şeyler olduklarını fark edebiliyorum. O zamanlar genelde gırtlağıma doğru yükselen asit dikkatimi dağıtırdı, muhtemelen dağıtmasa ve ben olayın ciddiyetini kavramış olsam bir daha uyumamaya çalışırken ölür giderdim. Belki de vücudum bu acı verici yolla beni korumaya çalışıyordu, kim bilir.
Gerçi, ben de biraz aptaldım galiba. Barış her şeyin farkındaydı çünkü! Ama bana en ufak bir şey hissettirmemişti, bu tek taraflı bir şey olamazdı. Herhalde kustukça aklım da akıyordu ağzımdan ya da midemin asidi beynimi uyuşturuyordu. Bütün hayatımı böyle bir umursamazlıkla yaşayıp bana acı içinde bakan o yeşil gözleri görmezden geldiğimi söylemekten utanç duyuyorum.
Utanç duyuyorum duymasına, üzülüyorum da... Yine de gerçek bu.
Biz büyüdük, Barış'ın seçtiği şehirlerden birine yerleştik. Ben evden yapabileceğim bir iş buldum, o topal bacağını çok zorlamayacağı masa başı bir iş. Hayır; evlenmedik, sevişmedik de. Aynı odada uyurduk ama yataklarımız ayrıydı. Sevdik mi birbirimizi peki? Ben o işten gelince bacaklarına masaj yapardım, o da mide ilaçlarımı alıp almadığımı sorardı.
Benden sonra uyur, önce uyanırdı. Kahvaltıları ben hazırlardım. Bazen hafta sonları, öğlen uykusuna dalardı ve ben saçlarına dokunurdum. Hemen arkasından yorucu bir öğürme nöbeti gelirdi. "Bir daha denemeyeceğim!" derdim kendime, ama ne zaman uyusa ellerim uzanırdı başına doğru.
Zordu.
Eminim onun için çok daha fazla...
Ama biliyor musunuz, Barış'ın da benim gibi, insanlarla arası pek iyi değildi. Benim kadar kötü olduğunu söylemek doğru olmazdı belki, yine de hiç arkadaşı yoktu onu bildim bileli. O yüzden ne kadar zor olursa olsun ikimiz de çekip gidemedik. Gidince kolay olmayacaktı hiçbir şey.
Sevdik mi birbirimizi? Bilmiyorum, ama sevmeye çabaladığımızdan eminim.
Onun beni uyandırmaya çalışmadığı bir rüyayı hayal edemiyorum, cehennemden farksız olurdu herhalde.



28 Mart 2017 Salı

İki - Önce

"Bu oda çok mu küçük?" diye mırıldandım, terden enseme yapışan saçlarımı toplayıp aynaya yansıyan kırmızı yanaklarıma bakarak.
Sakin bir sesle "Hayır," dedi. "Bence sen biraz daraldın." Titreyen parmaklarımın arasından kayıp ayağımın dibine düşen toka haklı olduğunun bir göstergesiydi. Oturduğu sandalyeden kalkıp topallayarak yanıma geldi, tokayı yerden alıp başıma dokundu.
"Sen mi yapacaksın?"
"Sakıncası yoksa..." Kalın parmaklarını bir tarak gibi kullanıp saçlarımı üçe ayırdı ve hızlıca örüp bağladı. Aynada gülümseyişini gördüm, midemi bulandırdı beyaz dişleri.
"Elin çabukmuş," diyerek uzaklaştım ondan.
Omuzlarını silkti. "Bekar baba olmak kolay değil."
"Sahi kızların nasıl?"
"Ellerinden öperler." Dişlerimi ve yumruklarımı sıkıp bu el öpme fikrinden duyduğum tiksintiyi olabildiğince gizlemeye çalıştım. Becerememiş olacağım ki keyifle güldü. "Yapma böyle, şaka yapıyorum. Bir ara görmeye gelmelisin."
Kafa salladım. İki kızının da ismini hatırlamıyordum, ama küçüğünün ilk doğduğunda dimdik gözlerime bakışını asla unutamazdım. O kollarımdayken babasının bize nasıl baktığını da tabii ki... Tıpkı o an olduğu gibi mideme kramp girdiğini hissettim.
Sandalyeyi göz temasından kaçmak ama yine de yakınında olabilmek için tam yanına çekip oturdum. Keşke şu odada bir cam olsaydı diye düşünüyordum o sırada, yer altında fare gibi çalışmaktan bunalmıştım. Gerçi bu iş için buradan daha uygun bir yer bulunamazdı herhalde. Hem yalnız başıma da çalışıyor değildim, Barış yanımdaydı.
"Nilşah," dedi sanki ismini aklımdan geçirdiğimi hissetmiş gibi. Kafamı onun olduğu tarafa çevirdim, ama bakışlarım çenesine bile değmeyecek kadar aşağıdaydı. "Çocuklarımın ismini hatırlamıyorsun, değil mi?"
Hiçbir şeyi kaçırmazdı, ama böyle şeyleri yüzüme vurmazdı da. Vursa bile ben böylesine utanmazdım. Daha önce sesinde en ufak bir öfke kırıntısı duymamıştım hem, bu cümlesi çok yabancı gelmişti o yüzden. Cenin pozisyonu alıp kendimi yere atmak, hatta kusup kusmuğumda yuvarlanmak istedim.
"Hatırlamıyorum," diye cevap verirken sesim titremişti. Ona gösterdiğim ilk zayıflıktı bu, yani sanırım. İlk kez bu kadar korunmasız hissediyordum onun yüzünden. Daha önce hiç ona karşı kendimi koruma ihtiyacı hissetmediğimden olsa gerekti bu.
"Küçüğü de mi?"
Sesi bir borunun diğer ucundan kulağıma çarpıyor gibiydi. Bir de sinek vızıltısı geliyordu onunla birlikte. "Ne?"
"Küçüğün de mi adını hatırlamıyorsun sahiden?" Biri kalbimi enjektörle fışkırtıyordu adeta. Hıçkırık tuttu. Ensemde bir şeylerin alevlendiğini, beynimin yanmaya başladığını hissettim. Hatırlamak istiyordum.
"Hayır," diye mırılandım.
"Hatırlamıyorsun!" Korkmuştum. Birden çok üşüdüm. Kendime hakim olamayıp bakışlarımı kaldırdım. Gözlerinin rengi koyulaşıyordu git gide; yeşilden bal rengine, koyu kahverengiye ve siyaha dönüyordu.
Hıçkırıklarım hızlanıyordu, kalp atışlarım kulağımdaydı. Bedenim benden bağımsız hareket edip ayağa kalktı. "Eflal!" diye bağırdım yüzüne doğru eğilip. "Eflal! Hatırlıyorum işte!"
Hıçkırıklarım durdu, sinek vızıltısı da. Barış'ın gözleri simsiyah bir ateşle yanıyordu. Sanki zaman durmuştu da tek hareket eden benim yavaşlamaya çalışan göğüs kafesimdi.
"Çocuklar ben geldim!" diyen kuryenin sesiyle ödümü koparan o ateş söndü, eski rengini aldı gözleri. Sanki az önce olanları yalnızca ben yaşamışım gibi gülümsedi gözlerin sahibi. Kapıyı açmak için kalkınca yüzlerimiz birbirine çok yaklaştı, parfümünün kokusu burnuma çarptı.
"Bugün pek iyi değilsin," dedi bana ve yanımdan geçip gitti. Öğürmek için sessizce arkamı döndüm. Dünyadaki hemen her insanın iğrenç bulacağı şu işin değil de, o insanların içinde tahammül edebildiğim tek kişinin midemi bulandırdığına inanmak bazen çok güç geliyordu.
Birkaç derin nefes alıp midemi yatıştırınca kuryeyi karşılamak için peşinden gittim. Göz temasından kaçınmak için Barış'ın geniş omuzlarının arkasına saklanıp "Kolay gelsin," dedim kısık sesle.
"Asıl size kolay gelsin!"
O tanıdık, kirli kutuyu iş arkadaşımın kucağına bırakıp motoruna bindi.
Demir kapatırken "Bu sefer bayağı ağır," diye mırıldandı Barış. Merakla arkasından ilerledim. Kutuyu açıp içindekileri yere boşalttı olabildiğince yavaşça. Üç beş fare, bir kedi, iki tane yavru köpek, bir sürü kuş cesedi yuvarlandı dışarı.
"Fareleri ben alırım."
"Ben de kuşl-" Gözlerim daha önce bu kutudan çıkmasına alışık olmadığım bir şey görüyordu. Aslında gördüğüm an ne olduğunu kavramıştım, ama beynimde kırmızı ışıklar yanıyor ve "Hayır!" diye anons geçiyordu. "O gördüğün ölü bir bebek olamaz! Hayır! Olamaz! İnsan yavrusu olamaz!" Ama öyleydi, minik eli kedinin kafasının altında kalmıştı. Parmağımın ucuyla Barış'ın önlüğünü tuttum. O ise direk sarmaladı beni, kafamı göğsüne gömüp görmemem için uğraştı. O anki öğürme isteğim ona sarıldığım için miydi, yoksa o bebeği gördüğüm için mi bilemiyordum. Her an kusabilirdim ve o da bunu biliyordu. Kussam bile umurunda olmazdı, ben de onu biliyordum.
Bir süre öylece durup görüntüyü sindirmeye çalıştık. Sonra aniden beni tutan kolları gevşeyiverdi. Cesetlere doğru bir adım atıp eğildi ve titreyen bir sesle fısıldadı: "Eflal?"
***
Sıçrayarak uyandım. Yüzümün önüne düşen perçemlerimi nazik bir hareketle kulağımın arkasına sıkıştırıp gülümsedi, yeşil gözleri kısıldı. "Baya derin uyudun."
Ağzımda iğrenç bir tat vardı, boynum alev alev yanıyordu. Konuşmak istemediğim için kafamı diğer tarafa çevirdim. "Uyumaya devam mı edeceksin? Ders bitti bile."
Kalktım, fazla hızlı hareket ettiğim için içim bulandı. Derin bir nefes alıp etrafıma bakındım, sınıf boştu. "Saat kaç?" Sesim çöl rüzgarı gibi çıkıyordu, bu iyice canımı sıktı.
"İki dakika oldu daha." Benim için çantamı toplamış, montumu almıştı. Kendisi de hazırlanmış beni bekliyordu. Yüzümdeki bıkkın ifadeyi sadeleştirmeye ve bir parça da olsa minnettar gözükmeye çalışarak eşyalarımı aldım ondan.
"Uykuluyken çok şeker gözüküyorsun," dedi mideme yumruk gibi inen neşeli bir sesle.
"Senin çocuğun mu var Barış?" diye sordum hemen.
"Dalga mı geçiyorsun? Lise öğrencisiyim ben. Salak da değilim." Montumun kolunu bulmak için olağanüstü bir çaba harcarken gözlerimi devirdim.
"Peki Eflal ismi sana tanıdık geliyor mu?" Dudakları usulca kıvrıldı, montumun kenarını tutarak giymeme yardımcı oldu. Düşünüyormuş gibi yapıyordu bir yandan da.
"Hayır, hem de hiç." Kafamı salladım. Birlikte sınıftan çıktık. Şimdi de önümü ilikleyemiyordum, ama kafam orada değildi.
"Kötü bir rüya gördüm de..." Cümlenin devamını getiremeden dudaklarımı birbirine bastırdım. Can sıkıcı şeylerden bahsetmenin alemi yoktu. Gereksiz sevgi gösterilerine sebep olup acıma hissi doğurabilirdi.
Ama o söylediğim şeyi duymamış gibi önüme geçti. Ellerimi hafifçe ittirip önümü ilikledi, dudaklarının arasından beyaz dişleri gözüküyordu bu defa. Rahatsız olduğum gibi rahatladım da. En azından kurcalamayacak diye düşündüm. Yürümeye devam ettik.
Okul kapısına vardığımızda esen rüzgar bedenime çarptı, uyurken terlediğimi fark ettim o an ve yorgun düştüğümü. Montumun şapkasını başıma geçirirken "Eflal diye birinden çocuk yaptığımı mı gördün yoksa?" diye sordu.
Kaçamamıştım, hiç kaçamazdım.
"Hayır," dedim kısaca. Devam etmemi beklediğini biliyordum, bilmediğim şey devam edip etmeyeceğimdi. Bahçeyi geçerken sabırla yürüdü yanımda.
Derin bir nefes aldım. "Çocuğunun adı Eflal'di." İlgiyle başını salladığını gördüm gözümün ucuyla. "Adını hatırlamadığım için bana sinirlendin."
"Sana sinirlenmem."
"Biliyorum."
"Güzel."
"Sonra... Şey oldu..."
"Ne oldu?"
"Eflal..."
Fren sesini duyduktan sonra bir süreliğine gözlerim karardı. Hiçbir şey görmedim, hiçbir şey anlayamadım. Önce arabanın altında kalan benim de o yüzden bilincim kapandı sandım. Ama bilinci kapanan biri bilincinin kapandığını düşünemezdi, değil mi? Beni kendime getiren şey bu oldu. Gözlerimi açtığımda ayaklarımın biraz ötesinde iki üç yaşlarında bir çocuk yattığını gördüm. Minik eli bana doğru uzanmıştı, bedeni kendisinden büyük bir kan gölünün içindeydi.
"Eflal!" diye haykırdığını duydum bir kadının. "Eflal! Yavrum!"
"Öldü..." diye tamamladım cümlemi. "Öldü."
Dizlerim titredi, hıçkırık tuttu bir o eksikmiş gibi. Tam düşecektim ki Barış beni kendine çekti. Kafamı göğsüne bastırdı, o minik eli görmeyeyim diye çabaladı. Onu ittirmeye çalıştım, rüyadaki kadar iyi hissettirmiyordu bu. Bakmak istiyordum, görmek istiyordum! Bırakmadı beni, ben kendimi bıraktım. Kollarım iki yanıma düşüverdi. Hıçkırıklarımla onun bana dolanmış bedeni de sarsılıyordu.
Böyle daha iyiydi. Barış bilirdi.
***
Köpeğin havlamaları kulaklarımı parçalıyormuş gibi hissediyordum. Yakındaydı, anlamak zor değildi. O an ilk fark ettiğim şey çok çişimin geldiğiydi. Köpeğin sesiyle birlikte çocukların bağırışlarını duyuyor olmasam utanmadan işeyiverirdim oracıkta. Ama tuttum.
Arkama dönüp bakmaya nasıl cesaret ettim bilmiyorum, beynimin içinde yankılanan ezici emre karşı gelmek daha korkunç gelmişti herhalde. 
Ben dönerken havlamalar kesildi, çocukların sesleri de. Şimdi sadece bana düdüklü tencereden çıkan dumanı hatırlatan bir çığlık duyuluyordu.
Nedense gökyüzüne bakarak dönmüştüm, hava karanlıktı ama güneş parlıyordu tam tepemde. Boynum kilitlenip kalmış gibiydi, kafamı eğip bakmamı söyleyen ikinci emre itaat etmek çok uzun sürdü. Çığlığın şiddeti gittikçe düşüyordu. 
Aniden gelen hıçkırık bakışlarımı sabitlememi zorlaştırmasaydı o görüntüye bakarken gözlerimi bile kırpmazdım. Komşu yurttaki çocuklardan birinin bacağını dişleri arasında tutan köpekle sadece bir anlığına göz göze gelmiştik. Çocuk artık çığlık atamıyordu. Katili, sanki bir insanmış gibi gülümsedi bana. Ağzındaki uzvu sakince önüne bıraktı ve arka ayaklarıyla zıplayıp üstüme atladı.
***
Karnımdaki şişkinliğin verdiği acıyla uyandım. Parktaki bankta uyuyakalmıştım, güneş epey aşağı inmişti ve hem rahatsız edici hem de rahatlatıcı olan ışıkları tam yüzüme vuruyordu. Hemen yurda gidip işemek için ayağa kalktım. Kalkar kalkmaz midem çılgınlar gibi zıpladı ve beni anında kusturdu. Eğilmeye pek vaktim olmamıştı, ayakkabılarımın üstüne öğlen zorla ağzıma tıktığım makarnanın kalıntıları düştü. Koşmak için bütün hevesim kaçmıştı. Bu durumda altıma işesem de bu kız ne yapıyor diye soran olmazdı. Zaten etrafta soracak kimse de yoktu. Sahi çocuklar nereye gitmişti?
Parkı gözlerimle taradım. Çalıların sıklaştığı yerden silik bir gürültü geliyordu. Onlar geri dönmeden yurda gitmem gerekirdi, ama içimden bir ses yanlarına gitmem gerektiğini söyledi. Köpeğin havlamaları çocukların haykırışlarına karışıyordu, neşeli sesler duyuyordum.
Yolu yarılamıştım ki bir çığlık koptu. Ayaklarımdaki makarna parçalarını döke döke koştum. Çocuklar kaçışıyorlardı, kaçmalarına gerek olmadığının farkında değillerdi. Katil zaten kurbanını bulmuştu, bir süre diğerlerine saldırmazdı.
Hepsi gidince, aramızda kimse kalmadı. Hıçkırık tuttu beni. Tıpkı rüyamdaki gibiydi. Ama bu defa daha erken görmüştü gözlerim. Çocuk henüz canlıydı ve ben katiliyle değil, onunla göz göze geldim. Sürünerek bana doğru kaçmaya çalışırken köpek bacağına geçirdi dişlerini. "Nilşah!" diye bağırdığını duydum çocuğun. Eminim devam edebilseydi, kurtar beni derdi.
Kurtaramazdım. Ben de küçük bir çocuktum işte; tıpkı onun gibi, kaçıp giden diğerleri gibi.
Onun için yapabileceğim tek şey adını hatırlamaktı. Titreyen dizlerime daha fazla karşı koyamayıp yere çöktüm. "Barış..." diye fısıldadım.
Yanımdan birinin koşarak geçtiğini, sonra da kocaman bir sopanın köpeğe doğru uçtuğunu gördüm. Birisi, kim bilmiyorum, kurtardı onu. Ben tüm olan biteni izlerken hem altıma işedim, hem de kusmaya devam ettim. Köpeği öldürdüler; Barış'ın yaralarına gömlekler, tişörtler bastırdılar.
Ben o anın dehşetiyle gördüğüm rüyayı unuttum, yıllar sonra Eflal'i gördüğümü unutacağım gibi. Ama bir daha Barış'ın adını hiç unutmadım ve o ömrü boyunca topallamak zorunda kaldı.



mavinot: Devam edecek, hatta kalınız. Yorumlarınızı eksik etmeyiniz! Uzun zamandır bir şeyler karalamıyordum, biraz cesarete ihtiyacım var ehehe ^^

8 Mart 2017 Çarşamba

silik mavi

Selam dostlar.
Evet, yine işin içinden çıkamayıp size geldim. Keşke dilimi eşşek arısı soksaydı da (ama iki ş'lisinden) mutluyum falan demeseydim.
Ben nazar konusundan çok etkileniyorum. Yeni doğan bebeklerin kimseye gösterilmemesini, hamileliğin ilk aylarında kimseye söylenmemesini, güzel haberlerin hemen çatır çatır herkese yayılmamasını, öyle önüne gelene "ay ben bu aralar çok mutluyum yeaaa" denilmemesini doğru buluyorum. Yeni doğanın yüzünde yaralar çıkar, daha doğmamış olan annesinin karnından düşer, güzel haberler yalan olur ve mutluluk uçar gider çünkü fazla insan duyarsa. Biliyorum, ya da inanıyorum demeliyim.
Bildiğim şey bu nazar olayını bir kılıf, hayır aslında bir savunma mekanizması olarak kullandığım. Zaten kırılgan olan mutluluklarımın parça pinçik olmasının suçunu başkalarının gözlerinde, nazarlarında arıyorum ben. Yoksa dayanamam.
Bir mutluluğu kimseye söylemesen de uçup gideceği fikrine dayanamam ben. Yazarken bile ağır geliyor.
İşte öyle nazar değdirdiler bana herhalde yine.
Toplayamıyorum ya. Olmuyor yani. Zaten nasıl toparlamışım da mutluyum diyecek kadar mutlu olmuşum onu hiç anlayamıyorum. Kendimi nasıl kandırmışım da inanmışım mutlu olduğuma.
Gerçi, mutluyken de diyorum ki kendi kendime, "Nasıl kandırdım kendimi de inandım bu kadar umutsuz olduğuma." Hangisi doğru bilmiyorum. Kime kanıyorum, kimi kandırıyorum; anlamıyorum. İnsanın kendisine inanmaması gibi bir hastalık var mı acaba?
Kendime söylediğim ve mutluyken bile inandığım tek şey var: Yaşamak istemiyorum.
Bu, kendimi öldürmek istiyorum tarzı bir fikir değil aslında. Bir dinlerseniz, hayattan zevk alınamayacağını da düşünmüyor değilim. Arkasına bir anlam yüklemeden, tam anlamıyla "yaşamak istemiyorum."
Evet, daha gencim. Dünyanın geneline bakarsak insanların çoğunun benim yaşımdayken daha gidecek upuzun bir yolları varmış, haliyle benim de uzun bir yolum olduğunu varsayıyoruz. İdeallerim ve hayallerim olduğu da bir gerçek. Ve biliyor musunuz, ben istediğim şeyi istediğim gibi yapabileceğime de adım gibi eminim.
Ama istemiyorum. Ben okulu bitirip işe girmek istemiyorum, evlenmek istemiyorum, yarın okula gitmek istemiyorum, yeni insanlarla tanışmak istemiyorum, kimseyi sevmek istemiyorum, uyumak istemiyorum, uyanmak istemiyorum, kitap okumak istemiyorum, kahvaltı yapmak istemiyorum, yorulmak istemiyorum, ben var olmak istemiyorum.
İstemiyorum işte.
Tam şu anda; bu zamana kadar istediklerim ve bundan sonrası için istemediklerimle, hayallerimle, mor ojelerimle, umutsuzluğumla, birkaç gün öncesinde kalan ve yalan olup olmadığını anlamadığım mutluluğumla, insanlara olan sevgi ve nefretimle, korkularımla, hırslarımla, tüm benliğimle yok olmak istiyorum.
İnsanlar arkamdan ne derler umurumda değil. Üzülüp üzülmemeleri umurumda değil, beni hemen unutup unutmamaları umurumda değil. Ben daha fazlasını düşünmek istemiyorum. Kendimi son bildiğim an bu olsun istiyorum; bilgisayarının başında oturmuş ağlayan, yazan ve bir yandan telefonuna gelen mesajlara normal cevaplar vermeye çalışan Mavi. Böyle kalayım istiyorum. İnsanların hayat çizgilerinde; herhangi bir zikzak çizmeden, şaşırtıcı dönüşler yapmadan, silgi izi bırakmadan, korkutmadan ya da acıtmadan... Öyle nefes alır gibi doğal bir şekilde... Silineyim istiyorum.
Kendime söyleyip de inandığım tek şey bu. Mutluyken de bunu istiyorum ben, özellikle de mutluyken çok istiyorum. Sanırım şöyle özetleyebilirim: Mutluyken hayatımın bitmesini çok kez istiyorum, bu haldeyken ise yoğun bir şekilde istiyorum.
Aslında istediğim tek bir şey var, o da bir çocuk yetiştirmek ve siz de biliyorsunuz bunu zaten. Ama bugün düşündüm de... Ben neden çocuk yetiştirmek istiyorum? Bir aile istemiyorum, bir ev istemiyorum, bir iş istemiyorum ama bunlar olmadan bir çocuk yetiştiremem. Neden çocuk yetiştirmek istiyorum? Neden?
Neden olacak canım, tabii ki yalnız ölmek istemediğim için. Tabii ki istediğim gibi yok olamayacağımı ve tüm bu istemediğim şeylerin içinde azar azar yanacağımı bildiğim için, azar azar yanarken bunu biraz daha yaşanılır kılacak bir sevgiye ihtiyaç duyacağım için. Şu bomboş hayatımı adayabileceğim, bomboş hayatımı doldurabileceğim başka bir hayat istediğim için...
Çünkü ben ölmek de istemiyorum. Evet, çok ikiyüzlüce. Yaşamak istemiyorum ama ölmek de istemiyorum. Dolayısıyla yaşayacağım. Derim sökülürcesine, etlerim koparcasına, kalbim sökülürcesine acı çekerek yaşayacağım. Korkuyorum çünkü ben ölmekten.
Yani demem o ki; yarın öleceğim diye korkarak ve de yarın yaşayacağım diye acı çekerek sürüp giderken bu hayatı yanımda elimi tutan biri olsun istiyorum.
Ne bencilce... Ah ne üzücü, ne büyük hayal kırıklığı.
Ben bütün hayatım boyunca kendimi kandırmaktan başka bir şey yapmamışım, işte bu yüzden inanmıyorum kendime. Oysa ben; benim öğrenip ona anlattıklarımla yetinmeyecek ve hep öğrenmek isteyecek, ayak bastığı bu dünyaya yararlı biri olacak biri yetiştirmek istiyordum güya. Ne komik değil mi?
İnsan neler düşünüyor içten içe... İtiraf edince çok üzülüyor sonra. Sahi bu kadar salak mıydım ben, diyor. Bu kadar acımasız, bu kadar acınası mıydım?
Ne zamandır günlük tutmuyorum, eğer yok olmazsam beş on sene sonra o defteri açtığımda tek bulduğum şey gözyaşları olacak. Kendimi umutsuz hissettiğimde yazmak bir çeşit tedavi, hayır aslında yalnızca hafifletici görevi görür diye hep öyle zamanlarda yazıyorum ben. Hata yapıyorum sanırım. Mutluluğumun izini bırakamıyorum bile kıçı kırık bir deftere. Sonra geçince elimde somut bir şey kalmıyor. "Mutlu muydum gerçekten?" diye sorunca da çoktan ölmüş hislerim cevap veremiyor. "Mutlu muydum?" sorunun cevabı asla "Mutluydum" olmadığına göre, gerçekten mutlu olduğum bir zaman var mı?
Şimdi şu an şu odada biri belirse, tam arkamda... Yazıyı bitirmemi beklese mesela... Ve yayınlama tuşuna bastığım an elindeki büyük baltasıyla uçuruverse kafamı... Yok olup gitmiş sayılır mıyım?
Silinir miyim hayat çizginizden?
Kim bilir.