Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
Taekwoon ne olduğunu anlamadan Jaehwan kılıcını çekmiş ve
hasmına karşı koymaya başlamıştı bile. Lakin kendilerini izleyen gözlerin hissi
hala etraftaydı. Biri daha vardı, tetikte olmalıydı.
Kendi etrafında ağır ağır dönerken arkasında aniden bir
kılıç dövüşüne tutuşan adamlara bakıp kaçışan hanımefendileri, köşeden merakla
izleyen çocukları ve hizmetkarları gördü. Jaehwan davetsiz misafire aman
vermiyordu, lakin misafir de fena sayılmazdı. İkisi de oldukça hızlı hareket
ediyor, sonuca ulaşmak istiyordu. Özellikle yabancı sabırsız davranıyordu ve bu
onun hata yapmasına yol açtı.
Abisi adamı yere yatırmış, kılıcı boğazına yaslamış ve
ayağını göğsüne bastırmış bir şekilde soluklanırken diğer gözlerin sahibini
bulamamış olmanın huzursuzluğuyla yaklaştı onlara.
“Bırak beni!” dedi tanıdık bir ses. “Bırak diyorum sana
öldürecek misin?!”
Delikanlının kafası anında inkara girişmesine rağmen
gerçek gözlerinin önünde yatıyordu. Kendisini gördüğünde kılıcını çekmesini
söyleyen o Küçük Bey, Veliaht Prens’in dostu şimdi toprağa bulanmış öfkeli bir
şekilde yatıyordu.
Fısıldadı: “Abi çekil hemen.”
“Ne diyorsun sen be?”
“Çekil diyorum, baksana adamın yüzüne!” Onu ittirip hemen
efendinin koluna çekingen bir tavırla uzandı. Hongbin yardımı geri çevirmedi,
lakin suratını asmaya devam ediyordu. “Bağışlayın beyim, bir yerinizde bir şey
yok ya.”
“İyiyim. Ama siz manyak mısınız?”
Jaehwan gösteriş yapar gibi kılıcını şöyle bir döndürüp
kınına sokarken boğazını temizledi. “Beyim… Manyak olan siz olmayasınız?”
Taekwoon telaşla abisinin bacağına vurdu. “Ne var be? Gündüz gözüyle iki kılıç
ustasını takip edip bir de selamsız sabahsız kılıç çekivermek akıl karı mıdır,
sorarım size?”
Efendi Lee’nin kalın kaşları çatıldı, kafasını yana eğip
bu yeni adamı anlamaya çalıştı. “Kimsin sen?”
“Asıl siz kimsiniz?” Delikanlının kulağına fısıldadığı
isim onu pişman etmemiş gibi gözüktü. “Neyse ki kardeşim sizi tanıdı, yoksa
canınızı almak işten bile değildi.”
Dişlerini sıktığı halde güldü efendi. “Hala ismini
söylemedin.”
“Jaehwan, beyim. Buraların en maharetli kılıç ustasıyım.”
“Öyle mi?”
“Az önce şahit oldunuz sanıyorum.”
“Siz abimin kusuruna bakmayın, efendim. Düşünmeden
konuşmayı pek sever.”
“Belli oluyor.” İki adam bakıştılar. Nedense her an
kahkahalara boğulacak gibi gözüküyorlardı. “Neyse, senin de adını öğrenemedim
bir türlü.”
“İsmim Taekwoon, beyim.”
“Yeniden karşılaşmak güzel.”
“Evet, beyim.” Tuhaf bir sessizlik oldu. Bir efendi ve
iki hizmetkâr nasıl sohbet ederdi ki? Bunu yapabilen tek insan Âlim Cha
olmalıydı. O yüzden Taekwoon aklına gelen ilk şeyi söyledi. “Lakin tek kişi değilsiniz
sanırım beyim. Yaverinize çıkmasını söyleyebilirsiniz artık.” Hala birinin
bakışlarını başının arkasında hissediyordu. Hatta omuzlarında, belinde… Ve
hatta…
“Yaver mi? Benim yaverim yok ki…”
“Yok mu? O zaman bu…” Başını kaldırmadan, kendisini izleyeni
şaşırtmak için hızla döndü ardına. İşte oradaydı bir duvarın arkasından
bakıyordu. Bakışlarını popo hizasından kaldırıp Taekwoon’un yüzüne çevirdi. Göz
göze geldiler. Yerinde sıçradı, telaşla pelerinini alnına kadar indirdi ve
kaçmaya niyetlendi.
Delikanlı, hanımefendi düşüp de ince telden bir “Ah!”
çekene kadar yalnızca kendi kalp atışlarını duyuyordu. Efendiye selam vermeyi
unutarak koşmaya başladı. “Abi, Efendi Lee’ye evine kadar eşlik et lütfen.”
“Nereye gidiyorsun?”
“Beyim kusuruma bakmayın!”
Duvarın diğer tarafına geçecek bir yol bulup
hanımefendinin üstüne çıktığı çanaklara ulaştığında Doyeon daha yerinden
kalkamamıştı bile. Parmaklarını bileğine bastırıyordu.
“Küçük Hanım!” dedi heyecanla.
“Beyim,” diye karşılık verdi genç kız ağlamaklı bir sesle.
Esmer yanakları tatlı bir pembelikle ışıldıyordu.
“İyi misiniz?” İnce bileğine bakmak için eğildi.
“Neden hep çok utandığım zamanlarda görüyorum sizi?”
Taekwoon gülümsedi. “Yerin dibine girsem daha iyi.”
“Utandığınız zamanlarda değil, yardıma ihtiyacınız
olduğunda yanınızda olduğumu düşünmenizi isterdim.” Hanımefendi tuhaf bir “hii”
sesi çıkardıktan sonra elleriyle ağzını kapattı. Birbirlerine baktılar,
delikanlı dudaklarındaki gülümsemeyi söndüremediği için karşısındaki biraz daha
utandı. Başını çevirdi. O sırada ayağındaki çorabı çıkarıp hafif kırmızılığı
inceledi Taekwoon. Topuğunu tutup bileğini birkaç kez nazikçe döndürürken
kendisi de kızardı.
“Önemli bir şeye benzemiyor, lakin çok ayakta
kalmamalısınız.”
Doyeon iç çekti. “Hiç olmadı bu.” Giymek için
delikanlının dizinde duran çorabına uzandı, ama diğeri daha hızlı davranmıştı. O
sırada arka bacağındaki yaraları gördü. Bakmamak için çok çaba sarf etmesine
rağmen cızlayan içi kendisine engel oluyordu.
“Babanız mı yaptı?” diye sordu usulca.
“Hayır,” diye cevap verdi Küçük Hanım biraz daha
utanarak. “Babam asla almaz eline sopayı. Annem yaptı.”
“Her şeyi anlattığınız halde mi?”
“O yüzden yaptı zaten. Utanıp üzüldüğüm için… Bir de
sizin beni alıp götürdüğünüzü duymuş.” Taekwoon düşünmeden, dünyanın en doğal
olayıymışçasına onu kaldırmak için elini uzattı ve Doyeon da bir saniye bile
tereddüt etmeden kavradı o eli. Ayağa kalktı, dengesini sağlamaya çalıştı.
“Özür dilerim.”
“Özür dilemeyin, beyim. Yanımdan geçip gitseydiniz
darılırdım size, böylesi daha iyi. Biraz acıyor, biraz da zor yürüyorum gerçi.
O yüzden düştüm, yoksa tavşan gibiyimdir.”
Gerçekten tavşan gibiydi, şirin ve heyecanlı. El ele
tutuşmak kolay olmuştu, lakin bırakmak tuhaftı. Çünkü ancak parmakları
birbirinden ayrılırken ne yaptıklarının farkına varmışlardı. Tamamen farklı
yönlere bakarak aralarına mesafe koydular.
Şimdi ne yapacaklardı? Dengesini sağlayamadığında
kendisine yaslanabilsin diye biraz daha yaklaştı delikanlı ve yürümeye
başladılar.
“Geçen gün Vekil Efendi’nin evine bir hırsız girdiğini
duydum.”
“Evet, ziyafet günü… Evin kızı asıl hırsızın siz
olmadığını anlamıştır herhalde.”
Hanımefendi durup yanındakine baktı. Güzel kaşları
meraklı bir ifadeyle çatıldı. “İki farklı hırsız olmadığını nereden
biliyorsunuz?”
Taekwoon şaşırdı. “Kâğıt çalındı dememiş miydiniz? Bu
seferki hırsızın da öyle bir şey çaldığını duydum.”
“Siz de ziyafette miydiniz, beyim?”
Ne demeliydi? “Hayır, ben onlar kadar yüksek mevkili
değilim” mi? Yoksa “Evet, tabii ki oradaydım” mı? Öyle birine benzemiyordu,
lakin böyle bir ziyafete katılamayacak bir mevkide olduğunu duyunca kendisini
beğenmezse ne olurdu? Evet derse de ne iş yaptığını sormasından korkuyordu.
Bunca zaman sormamış olması da bir mucizeydi.
Uzunca bir süre susunca başka bir soru geldi. Kuşlarla
ilgili bir şeydi ya da belki güneşle ilgili. Ne tarafa yürüdüklerini yalnızca
Doyeon biliyordu. Köyden uzaklaştılar, yine dereye gidiyorlardı.
Taşların arasından aşağı inmek için pelerininin iplerini
bağladı. Eteklerini kaldırdı. Lakin ilk adımında bedeni sağa sola sallanınca
vazgeçti. Az önce hiçbir şey yaşanmamış gibi arkasını dönüp delikanlıya baktı.
“Geri dönelim,” dedi.
“Neden? Dereye inmeye gelmemiş miydik?”
İnanılır bahaneler uydurmakla sık sık övünen Küçük Hanım
kendisinden beklemediği bir hızla “İnemiyorum,” diye doğruyu söyledi. “Düşeceğime
eminim.”
“Yardım edeyim.”
“Nasıl?”
“Sizi kucaklayabilirim.” Kelimeler ağzından çıkar çıkmaz
pişmanlık bütün bedenini ele geçirdi. Kızarmıyordu, morarıyordu. Gözlerini
kocaman açıp etrafa bakındı. Söylediği şeyi en azından kendisine unutturmak
istiyordu. Neredeydi kuşlar? Bir anda hepsi kaybolmuştu.
“Pek… Uygun düşmez sanırım.”
“Evet, evet haklısınız. Bağışlayın.” Hanımefendi
kıkırdadı.
“Mühim değil. Belki… Başka bir zaman kucaklayabilirsiniz
beni.” Biri yakasından içeri ateş topu atmıştı sanki. Terlemeye başladı, esen
rüzgâr fayda etmiyordu. Gülerken koyu dudaklarının arasından gözüken beyaz
dişleri de hiç yardımcı olmuyordu.
“Şey… Tabii… İsterseniz…”
“Bana pazara kadar eşlik etmeye ne dersiniz?”
“Aslında evinize gitmeniz daha iyi olur. Yürümek çok iyi
bir fikir değil.”
Yürüdüler, çarşıya kadar. Doyeon dile getirmedi, lakin
beyefendiyi evinin önüne kadar götürme fikrini sevmemişti. Pazar yerinden kendi
başına yürüyecekti. Taekwoon anlayışla karşıladı.
Sık sık dinlenmek için duruyor, bir adım ardında duran
delikanlıya yaslanıyordu. Delikanlı da örgüsünün ucunda dalgalanan ve güzel
kokular yayan kurdelesine bakıp gülümsüyordu. Pazarın ortasında, şeker
tezgâhının önünde vedalaşırken bunu dile getirmeden edemedi.
“Aile yadigârı,” diye gülümsedi genç kız. “Annem içine
çiçek yaprağı koyar benim için.”
“Kırmızı saçlarınıza yakışıyor.”
“Teşekkür ederim.”
***
“Hayırdır?” diye sormuştu Lee Hongbin.
“Kız meselesi var onun. Kaç gündür arıyor, sonunda gördü
herhalde.” Karşılıklı kahkahalarla gülüştüler.
Beyefendinin evi yakın olmasına rağmen hemen muhabbeti
kurdular. Sanki birkaç dakika önce birbirlerinin canını almak istercesine
dövüşen onlar değilmiş gibi şakalaşıp eğleniyorlardı.
Jaehwan, efendi kılıcının ucuyla işaret edene kadar norigesinin
belinde olduğunun farkında değildi. “Sen de mi birliktensin?”
“Siz nereden biliyorsunuz beyim?”
“Nasıl bilmem. En yakın dostlarımdan biri sizin
yüzünüzden canından oluyordu.”
“Beyim…”
“Tamam, latife yaptım. Sen de ziyafette miydin?”
“Evet. Dostunuzun canını kurtaranlardan biri bendim.”
Efendi Lee gülümsedi. Ellerini arkasında birleştirip
karnını dışarı çıkardı. “Diğeri de Taekwoon muydu o zaman?”
“Bu bilgi sizden dışarı çıkacak mı?”
“İyi sır tutarım.”
“O halde cevabınızı aldınız.”
Jaehwan kime güvenip güvenmemesi gerektiğini Âlim Cha’nın
yanında geçirdiği yıllarda iyice öğrenmişti. Ayrıca bu genç adamlar hakkında
gerçekleştirilecek planları da biliyordu. Gönül rahatlığıyla selam verip hana
geri dönmek üzere arkasını döndü.
Taekwoon’u merak etti. Başına bir iş açmadan döneceğini
umuyordu. Lakin pek de emin değildi. Hiç kendisi gibi davranmıyordu o kız söz
konusu olunca. Üstelik abisine bile tek kelime etmiyordu. Jaehwan birkaç kez
laf açmayı denemiş, yalnızca denediğiyle kalmıştı. Sanki onunla konuşmaktan
özellikle korkuyor gibiydi.
Hancı kadından kendisine bir çorba getirmesini isteyip
odaya girdi. Delikanlının ipek yeleği ve başlığı yüklüğün üstüne özenle
bırakılmıştı. Gülümsedi, kılıcından başka değer verdiği tek eşyaları bunlardı.
Gözü gibi bakıyor, arada giyip odada turluyordu. “Veliaht Prens’le görüşürken
de giyeceğim,” demişti bir keresinde. “Bizzat hediye ettiği yelekle karşısına
çıkınca nasıl şaşırır kim bilir?” Abisi Prens’in onu hatırlayacağını bile
düşünmüyordu, tabii ona bunu söylemedi.
Başlığa bakmak için kaldırınca altında kırmızı norigeyi
gördü. Yanına almamıştı demek… Biraz azarlamalıydı onu. Emirleri sallamaması
herkes için iyi olurdu. Elindekini bırakıp yere çöktü.
“Resmen sattı beni elin kızı için,” diye söylendi. “Bir
daha gitmem onunla pazara falan.” Sonra kıkır kıkır güldü. Taekwoon’u öyle
heyecanlı görmeyi sevmişti. Hep böyle olacaksa sık sık satılmaya razıydı. Boylu
boyunca uzanıp ellerini karnına vurdu. Aklından hızlıca delikanlı evlenirse
düğününde içeceği çanak çanak şarabın ve hep beraber memleketlerine dönecekleri
günün hayali geçti. Öyle bir şey olursa ayrılmak zorunda kalırlardı gerçi. Yine
de önemli değildi. İçleri huzur dolu, kılıçlarını arkalarında bırakıp
analarının kucaklarına dönmelerine değerdi ayrılık. Taekwoon da böyle
düşünürdü, emindi.
Boğazının kuruduğunu hissetti. Çorbadan önce birkaç kadeh
bir şeyler mi içseydi? Kalkmak için doğrulmuştu ki kapı vuruldu. Kılıcını
çekmeye hazırlanarak ayaklandı. “Kimsin?”
“Mektepten geliyorum.”
“İçeri gel.” Ulak beli bükük girdi içeri. “Hayırdır?”
“Âlim Efendi mektebe gelmenizi emretti. İkinizin de…”
“Taekwoonie yok ama…”
“Ben burada bekleyip onu da getiririm.” Jaehwan kafasını
iki yana salladı.
“Yok, öyle yapmayalım.” Odaya şöyle bir baktı.
Yorganların arasından bir kâğıt parçasının ucunu gördü. Yeninden hokkasıyla
fırçasını çıkarıp kâğıdı da durduğu yerden aldı. Üstünde mürekkeple yapılmış
bir resim vardı. Bir hanımefendi ve bir beyefendi dar bir sokakta
saklanıyorlardı. “Kerataya bak sen,” dedi Taekwoon’un çizmiş olduğunu varsayarak.
Resim içte kalacak şekilde kâğıdı ikiye katlayıp kısaca
gelir gelmez mektebe koşması gerektiğini yazdı. Altına resimlere attığı
imzasını kondurdu, efendi ressamlar gibi mührü yoktu. Notu masaya bırakıp
çıktı.
“Teyze! Çorba kalsın, ben gidiyorum!”
***
Delikanlı dans edercesine, neşe içinde girdi hana. O da
abisi gibi bir çorba söyleyip odaya girdi. Masadaki kâğıdı görünce kalbinin
söküldüğünü hissetti. Ayak tabanları uyuştu, dizleri titredi.
Cesaretini toplayıp notu okudu ve aklından geçen şeyin
doğru olup olmadığını kontrol etmek için katlanmış kâğıdı açtı. Evet, oydu.
Görmemiş gibi yapması imkânsızdı, lakin yine de belki bir şansı olur diye az
önceki yerine bıraktı. Hiç dokunmamış gibi gözüksün diye düzeltti.
Hancı kadına çorbadan vazgeçtiğini söylemeyi unutarak
karıncalanan ayak tabanlarıyla mektebe doğru koştu.
mavinot: Lütfen yorum bırakmadan geçmeyiin!! Teşekkür ederim.
Bu bölüm çok güzeldi . Sürekli gülümsetip durdun ve Jaehwan'ın fazlaca olması çok hoşuma gitti
YanıtlaSilAyrıca Doyeon ve Taekwoon çok güzeller
Teşekkür ederiiim ^^
Sil“İyiyim. Ama siz manyak mısınız?” Hongbin her zaman Hongbin değil mi :'D
YanıtlaSilHer zaman ahahaha
Sil