Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

9 Şubat 2014 Pazar

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #14

2 Mayıs 2013
Atıf Bey gelmişti. Geleceğini hep bildiğim ama bu kadar ani beklemediğim bir ölüm gibi, ansızın esen ve iliklerime kadar titrememe sebep olan bir rüzgar gibi.
Ne yapacaktım? Beni kolumdan tutacak, yaka paça arabasına bindirip kimsenin bizi bulamayacağı bir yere götürecekti. Öldürür müydü beni, yoksa ırzıma mı geçerdi? Hangisi daha kötüydü? Tabii ki üçüncü seçenek: Bunları bana yapmak yerine sadece Demir'i öldürecekti.
Bir şeyin, çok sert bir şeyin hızla göğüs kafesime çarptığını hissettim. Göz torbalarıma dolan yaşlar, onları ağırlaştırdı. Çenem, bir saniye önce elini tutan annesinin artık yanında olmadığını fark eden ufak bir çocuğunki gibi titriyordum. Korkuyordum, bana baken gözlerindeki ışıltının parlaklığını cehennem ateşine benzetecek kadar çok.
Yine de konuşmayı seçtim, sesimin çıkmayacağını bilerek: "Hoş-gel-diniz." Ortadaki heceyi boğazımdaki yumruyla beraber yutmaya çalıştığım için dünyanın en gerzekçe tonlamasını yapmıştım. Midemin çürümeye başladığını hissettim. Yere çöküp ellerimi karnıma bastırmak, çığlık atmak istiyordum. Dizlerim bana ihanet edercesine sarsıldılar. Ayakta durmak için kapıya yaslandım.
Kendi hareketlerime öyle odaklanmıştım ki yaptığı hamleyi çok geç fark ettim; kollarındayken. Beni sıkıca kucaklamış, kafamı göğsüne yaslamış, saçlarımı okşuyordu hala dik durmak için çaba harcadığımı zannederken ben.
"Ah..." diye iç çekti. "Çok özledim seni."
Kafayı sıyırmak üzereydim. Tüm gücümün tükendiği hissederek kendimi ona bıraktım. Bastırdım boğazımdan yükselen hıçkırığı, farkında olmadan "Ben de," diye fısıldadım. Niye yaptım bilmiyorum.
Kafamın üstüne sessiz, yumuşak bir öpücük kondurup "İyi misin?" diye sordu.
"Ben mi? İyiyim. Çok iyiyim." Delirmek böyle bir şeydi demek. Üstelik en ufak bir şey hissetmiyordum. Fena sayılmazdı.
"Ben de çok iyiyim, ama çok yorgunum," dedi. Ellerini omuzlarıma koyup beni kendinden uzaklaştırdı ve baştan aşağı süzdü. "Beni içeri almayacak mısın?"
Delilik buraya kadardı. Bakışlarındaki umudu gördüğüm an aklım başıma geldi. Az önce ona sarıldığımı, şimdi içeri girmek istediğini, annemin evde olmadığını fark ettim bir anda. Sırtımdan enseme tırmanan ürpertiyle geri çekildim.
"Annem. Annem evde yok." Bu bahane, ya da hiçbir bahane onu durduramazdı elbette. Yine de vücudumun tam olarak neresinde barındığından emin olmadığım, çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük olan umudum; kendi yatağımın olduğu bir evde onunla yalnız kalmamak için elimdeki her şeyi kullanmam gerektiğini söylüyordu bana.
"Anneni görmeye gelmedim zaten," dedi. Buna söyleyecek bir şeyim yoktu, sadece bekledim. O durumda beni yıkmak için basit bir tekme yeterli olabilirdi.
Ama o elimi tutmayı tercih etti. "Bahçede oturalım o halde. Bir dakika daha ayakta kalırsam bayılacağım." Annemin havalar ısınıyor diye dışarı çıkardığı masayla etrafındaki sandalyelere doğru ilerleyip oturduk. Sandalyesiyle beraber bana doğru yaklaştıktan sonra benim sandalyemi kenarlarından tutup kendine doğru çevirerek iyice çekti. Şimdi dizlerimiz birbirine değiyordu.
"Nasıl gidiyor bakalım?" diye sordu. Gözlerinin içine baktım, hala ışıldıyorlardı. Neden kızgın değildi? Görmezden gelmeyi tercih etmiş olamazdı değil mi?
Seslice yutkundum. "İyi."
"Seni çok özlediğim için kaçıp geldim. Çok yoruluyorum, seni görmediğim için dinlensem de işe yaramıyor." Yanağımın içini aç bir köpeğin ete saldırması gibi ısırırken hafifçe kafa salladım. "Aslında planlı değildi, yanımda şoför bile yok." Sanki başka bir dilde konuşuyordu, söylediği hiçbir şeyi anlamıyordum. Yalnızca bakıyordum. "Bugünlerde o kadar meşgulüm ki öleceğim." Düzenli olarak nefes alıp almadığımdan emin olamadığım kendi soluğumu dinlemeye başladım. "İpek? Bir şey mi oldu? Beni dinliyor musun?"
Hiç gücüm olmadığından kambur duruyordum, bana doğru eğildiğinde bu yüzden yüzlerimiz birbirine çok yaklaştı. Bu uyandırma alarmı sorunun sonunu duymama yardımcı oldu. "Dinliyorum," diye mırıldandım. "Sizi beklemiyordum. O yüzden... Şaşırdım."
"Sen... Ağlıyor... Musun?" Parmağını uzatıp yanağımdan süzüldüğünü fark etmediğim gözyaşını yakaladı. Kalp atışlarımın hızlanmasını bekledim, çünkü o hiçbir şeyin farkında değildi ve ben yine salak gibi ağlayarak kendimi ele vermek üzereydim. Ama bunu öyle doğal karşıladım ki kendimi bile şaşırttım.
"Alerji," dedim. "Birkaç gündür böyle gözlerim yaşarıyor."
"Senin alerjin mi vardı? Bilmiyordum."
"Ben de bilmiyordum." Elini kafamın üstüne koyup saçlarımı parmaklarıyla karıştırdı.
"Geçmiş olsun." Tekrar yavaşça kafamı salladım. "Senden haber alamamak korkunç bir şey. Sanki yokmuşsun gibi, aklımdan çıksan olmadığına inanacağım. Tabii ki bunun olması imkansız." Derin bir nefes alıp kafamı eğdim.
"İşleriniz iyi gidiyor mu?" diye sordum konuyu değiştirmek için.
"Evet, harika gidiyor. Çok emek istiyor, ama karşılığını alacağımız için sorun yok. Eğer... Bu işi becerebilirsem hayatlarımız daha iyi olacak İpek." Dudaklarımı birbirine bastırdım. Kendi hayatı daha iyi olacaktı, bu da benim hayatımda yanan cehennem ateşinin körüklenmesi demekti.
"Umarım... İyi sonuçlanır," diye fısıldadım zorla.
"Peki sen? Neler yapıyorsun? Seninle ilgilenemiyorum diye yaramazlık yapmaya kalkmadın değil mi?" Hava soğuk değildi, rüzgar bile esmiyordu ama ben omuzlarımı şiddetle sarsacak bir titreme nöbetine kapılıverdim. Hatta dişlerim birbirine çarpmak üzereydiler. Atıf Bey birkaç saniye cevap bekledikten sonra vazgeçti. Ceketinin düğmelerini çözmeye başladı.
"Ne... Ne yapıyorsunuz?" diye sordum şaşkınlıkla.
"Titriyorsun," dedi. "Gözlerimin önünde." Ceketini çıkarttı ve omuzlarıma sardı. Sonra kollarımı geçirmeme izin vermeden düğmeleri ilikledi. "Birazcık yalnız bırakıyorum, hemen hasta oluyorsun. Kendine bakmıyor musun sen?"
Sorduğu soruyu unutmuştu. Bilmiyordu demek ki. Bilseydi aslında farkında olduğu hasta olmadığım gerçeğinden sırf muhabbet olsun diye böyle bahsetmezdi. Bana ceketini verirdi vermesine, ama düğmeleri iliklemezdi. Öğrenmemişti.
En azından Demir'in yarın da güneşi görebileceğini öğrenmiştim. Bu bile rahatlamama yetmişti. Birkaç yeri kırılabilirdi, ama ölmeyecekti. Çünkü Atıf Bey habersizdi, her şeyden.
"Bakıyorum," dedim. Ses tonumda bariz şekilde canlanmıştı. "Siz beni merak etmeyin, işinize konsantre olun. Ben kendime gayet iyi bakıyorum."
"Emin misin?" diye sordu sebepsiz yere neşelenmiş olmamdan memnun kalarak. Onaylamak için ağzımı açmıştım ki bahçe kapısının açıldığını duydum.
"Onun kendine bakmasına gerek yok, ben ona iyi bakarım," dedi annem hızlı adımlarla yanımıza gelerek. Önce birbirine yaslanmış dizlerimize, sonra üstümdeki cekete endişeyle baktı. "Burada ne işin var Atıf Bey?"
"İpek'i görmeye geldim," dedi Atıf Bey kibar bir şekilde ayağa kalkarak.
"Gördüğüne göre şimdi gidebilirsin. Ben evde yokken burada olamazsın. Yaptığın şeylere engel olacak gücüm yok diye bu kadarına izin vereceğimi de düşünme sakın!"
"Merak etmeyin, kızınız zaten beni içeri almadı."
"Mesele onun seni alması değil, senin girmen. İpek ceketi geri ver." Hızla ayağa kalkıp emre itaat ederek düğmeleri çözmeye başladım.
"Tamam," dedi Atıf Bey, bir elini havaya kaldırarak beni durdurdu. "Gidiyorum. Ama ceket kalsın."
Annem gözlerini devirdi. Ben de ne yapmam gerektiğine karar vermek için bekledim. Tam o anda Atıf Bey bana sarılmak için kolunu uzattı.
"Çek elini kızımın üzerinden!" diye bağırdı annem. "Git dedim sana!" O adamın benim zavallı bir tanecik annemden korktuğu falan yoktu, sadece o gün fazla itaatkar davranıyordu. Geri çekildi ve iyi geceler dileyip dışarı çıktı.
Annem bir süre onun arkasından baktıktan sonra saldırgan bir tavırla omzuma pençe atarak ceketi çekti. Onu yere attı, defalarca üstüne bastı. Küfretmeye başladı.
Küfürlerin arasında şu cümleleri duydum: "Sakın tek kelime etme İpek... Gözümün önünde nasıl sana sarılmaya cesaret edebilir... Kızımı korumak için bir şey yapabilecek gücüm olmadığını yüzüme vurmak mı istiyor... Benim kızım... Babasının emaneti..."
Annemin kızgınlık seviyesi küfür etmeye kadar yükseldiyse ona yaklaşmamak en iyisiydi her zaman. İstemeden canınızı ciddi anlamda yakabilirdi, hem fiziksel hem ruhsal olarak. Ama o anda, söylediği tüm o ağza alınmayacak laflar bana merhem gibi geliyordu. Tüm gün boyunca öyle çok yara almıştım ki beni iyileştirebilecek tek şey annemin zehriydi.
Birkaç saniye sonra kollarında, sırtıma yumuşak yumruklar yiyerek, hiç de hoş olmayan alışılmadık sevgi(?) sözcüklerini dinleyerek ağlıyordum.
Annem olmasaydı dayanamazdım. Çoktan... Ölmüş olurdum.

3 Mayıs 2013
"Bu soru hoş sohbet öğrencilerimden Zeynep'e gelsin!" diyerek elindeki mavi tebeşiri ön çaprazındaki  Yağız'la konuşan Zeynep'in kafasına attı matematik öğretmenimiz. Otuz iki dişini birden gösteren abartılı bir gülümsemeyle hedefinin ayağa kalkıp tahtaya yürümesini izledi. Bütün sınıf gülüyordu, ben hariç.
Benim yaptığım şey zil çaldığı andan beri aynıydı: Demir'in boş sırasına, dakikaya beş iç çekiş düşecek bir düzenli nefes alış ve tam olarak ne olduğunu kestiremediğim iç acıtıcı bir duyguyla bakmak. Okula gelmemişti. Zaten gelmesini beklemiyordum, ama bir haber alana kadar beklediklerimin tersini umut etmeye devam edecektim.
Hocayla Zeynep soruyla uğraşırken öğrencilere bir komedi şovu sunmaya başlayınca Ufuk fırsattan istifade bana dönüp yüzüme bakarak mesaj attı.
"Demir bugün neden gelmedi?"
Bilmiyormuşum, umurumda da değilmiş gibi yapmaya çalışarak omuz silktim.
"Dün gitmeden önce senin aşırı tepki verdiğini söyledi. Kızdın mı ona?"
Kafamı iki yana salladım. Baş parmağımla onu işaret ettim.
"Bana mı kızdın? Neden?"
"Ne demek neden?" diye fısıldadım. "Niye böyle aptalca bir iddia başlattın? Üstelik daha ne olduğunu bile bilmiyorum, senin yüzünden..."
"Benim yüzümden ne?" Gözlerimi devirdim. Elbette ona 'senin yüzünden Demir ölebilir' demeyecektim.
"Neydi o gerzekçe iddia?"
"Seni hiç öpmediğini söyledi. Ben de onun cesaretsiz olduğunu söyledim. Korkmuyorum sadece onu kırmaktan korkuyorum, dedi. Asıl korkak benmişim."
"Niye senmişsin?"
"Bilmiyor musun? Zeynep'ten hoşlanıyorum, ilk tanıştığımız günden beri. Ama ona hiç söyleyemedim. Eğer kaybetseydim itiraf edecektim." Derin bir nefes aldım. Sakinleşmeliydim, gençler aptal olabilirdi. Böyle şeyler üzerine bahse girip bileklerini kızlar için kullanabilirlerdi, çok normaldi. Zaten kim bu basit şey yüzünden, bu lanet olası sidik yarışı yüzünden benim tüm hayatımda en sevdiğim insanlardan birinin ölebileceğini düşünürdü ki?! Hangi geri zekalı!
"İkinizden de nefret ediyorum," diye tısladım. Tekrar bir mesaj yazmak için tuşlara basmaya başladı. "Ufuk," dedim. "Sakın. Tek kelime bile. Etme. Demir'i tekrar görene kadar sakın ama sakın benimle konuşma. Bana bakma bile. Anladın mı? İkinizden de nefret ediyorum!"
Ufuk mahcup bir tavırla arkasını döndü ve kafasını eğdi. Ayak parmaklarımdan kafamın üstüne sıçrayan alevi söndürmek için tekrar kendi nefesimi dinlemeye başladım.
Ama yapamadım. Çünkü Ufuk yüzünde o alevi körükleyecek kadar neşeli bir ifadeyle bana baktı yeniden. Elimi sertçe masaya vurdum. "Sana bana bakma demiş-"
Bakışlarım kapının önündeki dik durmakta zorlanan çocuğa kaydı. Gömlek düğmelerinden birkaç tanesi kopmuş; ellerinde sargılar, yüzünde birkaç tane yara bandı, yakasında birkaç damla kan olan; saçları dağılmış; zavallı görünüşlü çocuğa... Demir gelmişti.
O ana kadar, onu gördüğüm zaman ne olursa olsun çok mutlu olacağımı düşünmüştüm. Olamıyordum işte. Birisi dokunsa düşecekmiş gibi duruyordu, canı yanıyordu belliydi.
İçimdeki alev hızla söndü ve her şey buz tutmaya başladı.
"Ooo Demir Bey," dedi hoca. "Dersi de bitirmek üzereydik ama."
"Öz-" Birden durup elini kaburgalarına bastırarak öksürdü. "Özür dilerim hocam." Sesi öyle... İç acıtıcıydı ki koşup ona sarılmak istedim. "Hastaneden buraya anca gelebildim."
"Hayırdır, bu ne hal böyle?" Hoca hastane kelimesini gördüğünde fark edebilmişti ancak. Hızla ona yaklaşıp yüzüne düşen saçlarını kaldırdı. Mor renkli, şişmiş gözü açığa çıktığı zaman tahtadaki Zeynep ellerini ağzına kapattı.
"Düştüm desem yer misiniz hocam?" diye güldü Demir. Sonra parmaklarını dudağının kenarındaki yara bandına bastırdı, gülmek bile canını acıtıyor olmalıydı.
"Yer miyim sence Pazı? Ne oldu yakışıklı suratına?"
"Delikanlılığın yan etkisi."
"Kırık çıkık var mı?"
Demir gözlerini, şaşkınlıkla dinleyen öğrencilerin üzerinde gezdirdi. Benim olduğum tarafa bakmayışı kasıtlıydı sanırım. "Kızlar dinliyor hocam," dedi muzip bir sesle.
"Polis karıştı mı?" diye sordu hoca gözlerini kısarak.
"Evet, karıştı. Bir ay içerde yattım."
Mustafa Hoca'yla Demir birbirlerini ağabey kardeş gibi severlerdi. Bu yüzden adamın sesindeki telaş gittikçe artıyordu: "Dalga geçme."
"Yok hocam, ne polisi. Biraz kendime hakim olamadım, boyumun ölçüsünü aldım. Polise mızmızlanmaya mı gideceğim bir de?"
"Velinin haberi var mı?" Demir bir an durup kafasını önüne eğdi. Nefes alırken bile güçlükle hareket ettiğini görebiliyordum.
"İşte şimdi söylüyorum ya hocam," diye fısıldadı benim sevgili Pazım. Mustafa Hoca ve ben dışında neden böyle söylediğini anlayabilen birinin olduğunu zannetmiyordum. Zaten bizden başka kimseye babasının baba denilebilecek bir adam olmadığını söylememişti. Hoca gözlerini devirdiyse de sevgiyle saçlarını karıştırmaktan kendini alamadı.
"Geç bakalım yerine." Demir tüm sınıfın bakışları eşliğinde sıralara tutunarak, hafifçe topallayarak bana doğru ilerledi. Ayağa kalkıp gelmesini bekledim.
Karşı karşıya geldiğimizde durdu. Kafasını kaldırıp gözlerimin içine baktı. Herkes bizden bir şey bekliyordu. Ama ağzımızı açıp tek kelime bile etmedik. Biraz baktık birbirimize. Sonra o geçip yerine oturdu.
Dersmiş, zilmiş, Ufuk'muş, Zeynep'miş... Hiçbir şey umurumuzda olmadan masanın üstünde sanki çok eğlenceli bir film oynuyormuş gibi oraya baktık.
Gerçekten bilmiyorum, nasıl dayandığımı. Bir şey sormadan, söylemeden, içim içimi yemiyormuş gibi hareket bile etmeden nasıl... Ama yaptım. En ufak bir şey söylemedim. Artık biliyordu ve ben ne söylersem söyleyeyim kafasının içindeki düşünceler gitmeyecekti. Yüzündeki yaralara dokunmak, ona sarılıp en azından kalbinin acısını geçirmek istesem de hiçbir işe yaramayacaktı, biliyordum. Hatta bunları yaparsam benden iğrendiğini bile hissedebilirdi. Kendime engel olmaktan başka çarem yoktu. Bunu becerebiliyordum en azından.
Galiba teneffüsteydik, hala emin değilim. Birdenbire mekanik bir hareketle çenesini geri çekip yakasına doğru baktı. "Of ben böyle işin," diye sızlandı. Doğruldu, ayağa kalktı, telefonunu cebinden çıkarttı, tekrar oturdu. Bütün hareketleri büyük bir dikkatle yapıyordu. Bir eliyle yakasını kaldırırken, diğer eliyle telefonun ekranından kontrol ediyordu. Kanı görmüş olmalıydı. "Hepsini temizledim sanıyordum, of ya." Telefonu hızla masanın üstüne attı. Benim bildiğim Demir şimdi sertçe sıraya yaslanır ve kafasını koyardı ama yaralı Pazı yalnızca öylece durmakla yetindi. Bir yandan da kendi kendine konuşmaya devam ediyordu, kulak kabartmasaydım asla onu duyamazdım. "Kanlı gömlekle okula mı gelinir abi. Rezilliğe bak ya. Ne yapacağım ben şimdi? Yıkasam mı?" Durdu, bir saniye gözlerini kapattı. "Ayağa bile kalkamıyorum bir de lavaboya gideceğim şimdi of."
Dizlerini ikna eder gibi görünüyordu. Benden izin istemeden geçip gidemezdi, bu yüzden bunu bir fırsat olarak kullanmayı düşündüm. Ama içimdeki en şefkat dolu ses bana yapmamam gerektiğini söyledi. Elimi sıranın altına uzatıp yakasını kapatabileceğini düşündüğüm kapüşonlumu aldım. O hala kendi kendine konuşmaya devam ederken ben kapşonluyu omuzlarına örttüm. Kollarını geçirmesine bile izin vermeden fermuarı çektim. Bunları yaparken dün geceki ceket olayıyla benzerliği bile aklıma gelmemişti. Sadece onun her zamankinden daha güçsüz gözüken omuzlarını örtmekten mutluluk duymuştum.
Fermuarı çenesine kadar çekince, kafası eğik olduğu için parmaklarım az daha dudaklarına değecekti. Sanki elim yanmış gibi geri çekilip bakışlarımı kaçırdım. O da sanki alev yüzüne parlamış gibi kaçtı.
Birkaç saniye az önce olan şey hiç olmamış gibi bekledikten sonra kafasını hafifçe bana döndürüp "Teşekkür ederim," diye fısıldadı.
Alt dudağımı ısırıp sanki çene titremiyormuş gibi gülümsemeye çalıştım. O sırada o fermuarı tekrar açtı. Ürkekçe bir hamleyle kapüşonlunun kenarından tutup kolunu geçirmesine yardım ettim.
İletişimimiz yeniden son buldu, çünkü Yağmur beni çok daha basit bir iletişim için sınıftan çıkartıp alt kattaki öğretmenler odasına götürdü.
Size benden bir tavsiye: Tanık olarak sizi çağırdıklarında saklayacak bir şeyleriniz olacaksa, tanık olmamak için elinizden geleni yapın. Mustafa Hoca beni bir ders saati boyunca rehin alıp Demir'le ilgili sorular sordu. Dayanılmazdı, işkence gibiydi. Gözlerimin içine bakıp o ses tonuyla cevabını bildiğim tüm soruları sorarken ağlamamaya çalışmak beynimin patlamasına sebep olacak kadar kötüydü. Demir'i kim dövmüş olabilirdi? Neden ikimiz konuşmuyorduk? Demir gibi bir çocuk, neden kendisini dövebilecek kadar cüsseli insanlara sataşmış olabilirdi? Ağzından laf alamaz mıydım? Biliyorsam söyleyemez miydim?
Öğle arası zili çaldığında öğretmenler odasının karşısındaki duvara yaslanmış bu hiçbir işe yaramayan sorgulamanın yükünü üstümden atmaya çalışıyordum. Kalbimi rendeliyorlarmış gibi hissediyordum. Siyahlarla beraber makineye atılmış beyaz tişört gibiydim.
Yıpranmış bedeniyle Demir de böyle hissediyor muydu emin değildim, ama bu gerçekten çok kötü bir histi. Yürüyebileceğimden emin olana kadar orada beklemek zorunda kaldım.
Merdivenleri tırmanırken çantamı alıp eve gitmeyi düşündüm. Demir için gelmiştim. Birbirimizi görmenin bu kadar sıkıntı yaratacağını bilseydim asla gelmezdim. Evet, hemen hiçbir şey söylemeden gitmeliydim.
Koridorun başına geldiğimde karşı uçta bir siluet gördüm. Uzun boylu, ama iki büklüm bir siluet. Benim kapüşonlumu giymişti. Demir'di bu. Ayağa kalkmıştı, yine de bu durumunu koruyabilmek için sırtını duvara yaslamak zorunda kalmıştı.
Planım ona gitmek değildi, sadece sınıfa girmek için önünden geçmem gerekiyordu. O yüzden gördüm. Gözleri dolmuştu, direkt olarak bana bakıyordu ve... Bir şey bekliyordu.
Söylemek istediğim çok şey olmasına rağmen rastgele seçilmiş sözcüklerin kalbini kırma ihtimali beni korkutuyordu. Aramızda iki kol boyunda mesafe bırakıp tam karşısında durdum. Yüzündeki acı bana baktığı için miydi, yoksa yediği dayağın etkisi mi bilmiyorum; benim de canımı çok acıttı.
Onca şey varken ben... Gidip cevabını bildiğim bir soru sordum. Dünyanın en basit, en yapmacık sorusunu: "İyi misin?" Gözlerinde bekleyen damlalardan biri yanağına doğru süzüldü.
"İyi gibi mi gözüküyorum?" diye fısıldadı. Dudaklarımı birbirine bastırıp kafamı iyi yana salladım.
"Çok mu acıyor?" Kastettiğim yaraları değildi, kalbinden bahsediyordum.
"Evet," dedi. "Çok acıyor. O kadar acıyor ki... Ölecekmiş gibi hissediyorum." Ayaklarına kapanıp af dilemek istiyordum. Yalvarmak istiyordum. Benden nefret etme demek istiyorum.
Dudaklarımdan çıkan şey yalnızca "Üzgünüm," oldu.
"Ben de... Hem de çok üzgünüm İpek." Benim de gözyaşlarım harekete geçmişti. Kendininkileri silmeye tenezzül etmeyen onun aksine benim ellerim sürekli yüzümdeydi. Bir yandan da gözyaşlarının kapüşonlumu ıslattığını düşünüyordum. Benim kapüşonlumu. "Ne yapsak?" dedi. Kafamı kaldırıp yüzüne baktım. İşte, şimdi ayrılmaktan bahsedecekti. Tam zamanıydı. Sonumuzdu bu. "O kadar üzgünüm ki..." Ne kadar istesem de ufak bir hıçkırığın ağzımdan kaçmasına engel olamadım. "O kadar üzgünüm ki... Eğer... Hemen bana... Sarılmazsan... Daha fazla dayanamayacağım."
Eğer bana ayrılmak istediğini söyleseydi bile ona sarılacaktım. Son bir kez. Benden iğrense, beni ittirse bile yapacaktım bunu. Ama o kopmayı beklediğim anda bana tutunmuştu. Elbette yapabileceğim tek şey kendimi kollarına atmaktı. Canını yakmamaya dikkat ederek bedenimi onunkine yasladım.
"Özür dilerim Demir," dedim. "Çok... Özür dilerim."
"Neden..." dedi. "Neden sevgiline sarıldığın için özür diliyorsun ki?"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder