Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

25 Ocak 2014 Cumartesi

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #13

2 Mayıs 2013
"Hadi! Hadi Demir, daha sert! Hadi!"
30 kişi, sınıfın arkasına, kümesin köşesine toplaşıp kaçmaya çalışan tavuklar gibi sıkışmıştık. Ortada dönen nefes kesici savaşı daha iyi görebilmek için ilk seyirci halkasının dışında kalan öğrenciler sıralara çıkıp birbirlerinin üstüne abanıyorlardı. Gerçek bir arena havası vardı.
Gönüllerin sevgilisi Demir ve gönüllerin kankası Ufuk ateşli bir bilek güreşi müsabakasının ortasındaydılar. Bu okulda geçirdiğim en iz bırakan zamanlar olan öğle aralarından birindeydik. Birdenbire tartışmaya başlamışlardı, Ufuk'un kekemeliği de hızla kaybolunca herkes heyecanlanıp dikkat kesilmişti. Sonuç olarak konusunu yalnızca ikisinin bildiği bu tartışma -nasıl olduysa- iddiaya dönüşüvermiş, kazananı belirlemek için bilek güreşine başvurulmuştu. Demir gömleğini sıvayıp meşhur pazularını açarak rakibine gözdağı vermeye çalışırken Ufuk sinirden kıpkırmızı kesilmiş suratıyla öldürücü bakışlar atıyordu. Başlayalı beş dakika kadar geçmişti, ama kenetlenmiş ellerinde yalnızca milimetrik oynamalar oluyordu.
Bu okuldaki neredeyse tüm hayatım olan iki kişi tüm insanların ilgisini çekebilecek kadar heyecanlı bir işin ortasındayken bana da uzakta bir köşede saçlar ve omuzlar arasından onları izleyip iç çekmek düşüyordu.
Eğer tüm okul bahçede güneş banyosu yapıyor olmasaydı bu kalabalık üç dört katına çıkabilirdi. Pireyi deve yapıp herkese deve diye yutturmak konusunda Demir'le Ufuk'tan daha başarılı bir ikili daha olamazdı. Tezahüratlar o kadar yüksek sesliydi ki stadyumda holiganlar arasında ayakta durmaya çalışıyormuşum gibi hissettiriyordu. Kızlar bile gittikçe kabalaşmaya başlamıştı.
"Hadisene Demir!" diye bağırdı biri isyankar bir sesle. "Bu mu senin demirliğin be!" Gözlerimi devirdim. Bizimkiler abartmak konusunda iyilerdi, ama diğerleri gaza getirmek konusunda onlardan daha becerikliydi. Öyle ki çocukların az sonra boynuzları çıkacak, birer boğaya dönüşeceklerdi.
Gökçe heyecanla "Pazılığını göstersene!" diye bağırdı sevgilimin kollarına bakarak. Size bahsettim mi bilmiyorum ama Demir'i defalarca uyardım. İlk uyarım bana ilgi gösterirse gittikçe daha dayanılmaz olacağımdı, sonrakilerse artık bana ilgi göstermek konusunda ustalaştığı için daha özelleşmişti. Tamamen Gökçe'ye odaklıydı. Ondan uzak duruyordu, farkındaydım. Ama benim uyarılarım Gökçe'nin de kendisinden uzak durmasını sağlaması içindi. Buna şaşırmıştı. Başkasının yaptığı bir şey için sorumlu tutulmak istemedi. Ona dayanılmaz biri olacağımı, benden uzak durması gerektiğini söylediğim zamanı hatırlatana kadar mızmızlanmaya devam etmişti. Sonunda kabul etti. Beceremedi tabii, yine de denedi. Denemesine rağmen Gökçe onun yanından geçtiğinde bile çıldırıyordum.
Şimdiyse Gökçe onun pazularından bahsediyordu. Demir'in pazularından. Benim Demir'imin. Üstelik "pazı" demişti. Aptallar kraliçesi!
Beni hiçbir şey durduramazdı. "Demir," dedim. "Kaybedersen cezan Gökçe'ye bir sözlük almak olsun."
Demir ve Ufuk hariç herkes bana kulak vermişti. O ikisi işlerine devam ediyorlardı.
"Ne sözlüğü ya?" diye söylendi Gökçe.
"Pazıyla pazuyu bile ayırt edemiyorsun da o yüzden." Kalabalığın arasından kim olduğunu göremediğim biri güldü. Düşmanım gözlerimin içine baktı, anlamamıştı ne demek istediğimi. Artık benimle ilgilenmesi gerektiğini belirten kızgın bir bakış atmak için kafamı Demir'e çevirdim. "Bilmiyor musun yoksa? Demir'inkiler kas değil, ot. Güvenme bu ot kafalıya kaybedecek."
Birdenbire Demir durdu. Kenetlenmiş ellerine doğru uzattığı kafasını kaldırıp kollarına verdiği gücü kesti.
"Niye durdun lan şimdi!" diye bağırdı Ufuk sinirle. "Kazanmama izin mi vereceksin aklın sıra!" Karşısındaki onu duymadı. Elini çekmeden hafifçe yan dönüp bana baktı. Kalabalık onu izliyordu.
"Sen..." dedi. Kaşları yavaş yavaş çatılırken, kendimi kötü hissetmeme sebep olacak kadar çözülmesi zor bir bakışla bakıyordu gözleri. Biz uyumlu bir çifttik, bu yüzden benim kaşlarım birer yay gibi gerildiler ve gözlerim ördek yavrularınınki kadar şaşkınlaştı. "Sen bu espriyi nereden biliyorsun?"
Bütün kafalar bana döndü, filmlerdeki o garip gıcırtı seslerini duyduğuma yemin edebilirdim.
"Ne-" Durup yutkunmam gerekti çünkü maceracı bir tükürük damlası dilimden boğazıma atlamaya karar vermişti. "Ne demek nereden biliyorum?"
"Birinden mi duydun?" Benim aksime o oldukça hızlıydı cevap verme konusunda.
"Ha-hayır," dedim. Nedense bir anda Süleyman Bey'i korumaya karar vermiştim, bir arkadaşımdan duyduğum yalanını bile söyleyesim gelmemişti. "Sadece kelimenin anlamını biliyorum. Neden?"
Demir kafasını iki yana salladı. "Hoşlanmıyorum. Lütfen bir daha yapma." Gözkapaklarımı kullanarak itaat ettiğimi gösterdim. Sebepsiz yere korkmuştum, içimde bir şeyler dökülüyor gibiydi. Parmak uçlarım çoktan buz gibi olmuştu bile. Kafamın içinde kaybolup gittim. Beni çıkartan şey Demir'in bir pislik gibi sırıtan Gökçe'ye seslenmesi oldu. "Açık konuşacağım, bir daha benimle muhatap olma. Senin için daha iyi olur." Yanlış mı algılıyordum yoksa parmak uçlarım aniden eski sıcaklıklarına mı dönmüştü?
Sert çocuk rakibine döndü. "Tabii ki kazanmana izin vermeyeceğim salak herif. Hadi devam edelim."
"Yenildin!" diye bağırdı Yiğit. "Oyunu terk ettin." Ufuk belli belirsiz gülümsedi.
"Yenilmedim!" diyerek itiraz etti pehlivan. "O bileğinin hakkıyla kazanmalı, bunu kaybedemem. Adil değil."
"Belki de kolun yorulduğu için bıraktın abi, biz nereden bilelim şimdi?" dedi Salih.
"Sence kolum ağrıdı diye miydi? Gerçekten mi yani? İpek bana arka çık. Kaybedemem, bu çok önemli." Kalabalık kaybettiği konusunda hemfikir olurken ona doğru yürüyüp saçlarını karıştırdım. 
Sonra kulağına fısıldadım: "Boş ver. Saçma sapan bir iddia sonuçta."
"Saçma sapan değil," dedi sanki yüzüne düşen bir tel saç onu rahatsız ediyormuş gibi suratını buruşturarak. "Önemli diyorum sana, kaybetmemem lazım."
"Ne olur kaybedersen?" Gözlerini Ufuk'a dikip iç çekti.
"Bilmek istemezsin."

***

Babamla ilgili hatıralarım bir japon balığının beyninin ölçülerinde bir fanusa sığdırılabilecek kadar azdır ve her biri öyle değerlidir ki eskimesinler diye fazla çıkarmam onları fanustan. Ama unutmamak için, belli aralıklarla, belli bir sıraya göre hatırlarım. Hayatımın arasına bir boşluk koyup sırası gelen hatırayı tazelemek için kullanırım.
İddiadan sonra ortalığı yatıştıran matematik sınavından faydalanarak kağıdımı erken teslim edip kafamı sıraya yasladığımda sıranın "babama yaklaşırım" hatırasına geldiğini fark ettim.
Kasıtlı olarak mı yapıyordum bilmiyorum ama babamdan gelen limon kokusu keskinleştiği zaman ona yaklaşırdım. Elini tutardım ya da ayaklarının üstüne, kucağına, iki ayağının arasına otururdum. Kanepeye çıkar sırf o kokuyu duyabilmek için onun bedeninin yarısı kadar olan bedenimin tamamını ona yaslar, burnumu saçlarının arasına sokardım.
Bu çok normal bir şey, değil mi? Ama o limon kokusu ben ne zaman üzgün olsam o zaman bu kadar keskinleşirdi. Babama yaklaşırdım, her zaman şefkatle karşılık verirdi ve ben birkaç dakika sonra çok çocukça bir şeyi bahane ederek huysuzlanmaya başlardım. Onu genelde geceleri gördüğümü hatırlıyorum. Bu yüzden böyle yaptığım zamanlarda biraz gözyaşı döktükten sonra kucağında uyuyakalırdım. Burnumda limon kokusuyla; gittikçe ekşileşen, beynimi gagalayan.
Bu hatıraya rağmen onu algılamak beni her zaman mutlu ediyor çünkü babamın kucağındaydım o zaman. Kucağında olduğum çok görülen bir şey değildi. Belki başkaları görmüştür ama ben değil.
Keşke diyorum, keşke daha fazla yaklaşsaymışım da babama bana da biraz bulaşsaymış ondan. Böylece net bir şekilde algılamak için üzülmeme gerek kalmazdı. Belki daha mutlu bir hayatım olurdu.
Mutluluğumla babamın kokusunun ne alakası vardı peki? Hiç düşünmeden kabul ettiğim bu denklemin nereden geldiğini çok daha sonraları kurcaladım. O kokuya ihtiyacım olduğu ve o kokuyu yalnızca üzgünken bu kadar net alabildiğim için sürekli üzülmeye eğilimliydim. Eğer öyle olmasaydı yaşadığım her şeyi unutup gülümseyebildiğim anlar çoğalırdı, baş etmesi daha kolay olurdu.
Başıma gelecekleri bilseydim öyle yapardım. Babamın yanından bir an bile ayrılmazdım sırf biraz bana da bulaşsın o kokudan diye.
Şimdi bunları düşünürken yanı başımda tıpkı onun gibi kokan biri oturuyordu. Kokuyu ondan çalabilir miydim acaba? Düşüncesizce, korkusuzca elimi uzatıp dokunsam yanaklarına, saçlarına... Becerebilir miydim?
Eğer becerebilseydim siyah renkte, limon kokan bir duvar örerdim ikimiz için. Arkasında beraber gülebileceğimiz, kimsenin bizi bulamayacağı göklere uzanan bir duvar. Böylece kurtulabilirdik! Hayatımı zayıflaştıran şeyi kendimi korumak için kullanabilirdim. Kendimi ve Demir'imi.
Birinin malzemeden çalabileceğini hesaba katmamıştım.

***

Çıkışa kadar, hırsızlığımı yapabilmek için Demir'in yanından bir saniye bile ayrılmadım. Nereye giderse peşinden yürüyor; sık sık saçlarına, yüzüne, ellerine dokunuyordum.
Bu zaten çok sık yaptığımız bir şeydi. Samimiyetimizi böyle belli ederdik birbirimize, parmaklarımızla. Sanki dokunursak konuştuğumuzdan daha fazla sevgi verebilecekmişiz gibi. Bana bunu Demir öğretmişti.
Ama iddiadan sonra dokunmaktan çekinmeyen o çocuğa bir şeyler oldu. Utanıyordu... Yani galiba. Onda çok sık gördüğüm bir şey değildi bu, özellikle bana karşı. O yüzden ben parmağımı yanağına değdirdiğimde nefesini tutması, yüzünün alev topuna dönmesi beni korkutuyordu. Çok geriliyordu, benden uzak durmaya çalışıyordu. Onu bugün çok kızdırmış olsa da Ufuk'la konuşuyordu sürekli.
Neler olduğunu sormaya korkuyordum. Erkeklerle çok fazla tecrübem olmasa da -babam yaşındaki kötü avcıyı saymazsak- onların çoğu zaman iç güdüleriyle hareket ettiklerini biliyordum. Demir'in ağzından buna benzer bir şey duymak... Kesinlikle düşünmek bile istemeyeceklerim arasındaydı. Buna rağmen ondan uzaklaşmaya da pek niyetim yoktu.
Çıkış zili çaldığında zar zor bırakabildim onu. Kendimize bile belli etmeden yaptığımız sözsüz anlaşmaya göre dışarı çıkmadan önce sınıfta sarılıyorduk, sonra da ayrılıyorduk. Benimle yürümesini teklif etmediğim sürece, birbirimizi tanımıyormuş gibi yapıyorduk.
Kokusunu içime çeke çeke sarıldıktan sonra üzgün ve yavaş adımlarla merdivenlerden indim. Beş basamak arkamdan Ufuk'la beraber geliyordu.
Kapıdan çıkınca gözlerim Süleyman Bey'i ya da başka herhangi bir adamı görmek için çabaladı ama etrafta kimse yoktu. Bahçenin ortasına kadar yürüyüp beni gözleyen biri olmadığına emin olduğumda belki de Demir'le son bir kez konuşabilirim diye düşündüm.
Kararlı bir şekilde arkamı döndüğümde orada duruyordu. Aramızda hiç mesafe yok gibiydi, kafasını aşağı eğmiş gözlerimin içine bakıyordu.
"İpek bir şey söylemem lazım," dedi telaşla.
Gözlerimi kırpıştırdım. "Ne- Ne söyleyeceksin?"
"Sakın bana kızma, tamam mı?"
"Ne oldu Demir?" Kaşlarımı çattım, farkında olmadan ben de boynumu uzatıp iyice ona yaklaştım.
"Ufuk'la girdiğimiz iddia bizim hakkımızdaydı."
"Nasıl yani?"
"Ufuk... Salak... Aptal... Şey dedi... Neyse... Detayları boş ver..."
"Ne diyorsun, anlamıyorum."
"Bana vurma, İpek."
"Ne?"
"Söz ver. Bana vurmayacağına söz ver. Hemen." Serçe parmağını ikimizin yüzü arasına uzattı.
"Sana neden vurayım ki?" dedim bıkkın bir sesle.
"Söz ver dedim." Sinirle serçe parmağımı uzatıp onunkini kavradım. Baş parmaklarımızla sözümüzü mühürledik.
"Söz. Oldu mu?"
"Evet, oldu." Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. Sanki orada bizi bu saçma durumdan kurtaracak biri varmış gibi. Derin bir nefes aldı, bakışları tekrar ben de sabitlendi. Sonra aniden gözlerini kapattı. Kafasını bir tavuğun yeme uzanması kadar hızlı bir şekilde bana doğru uzattı. Dudakları kısacık, minicik bir an için yanağıma değdi, damga gibiydi.
Bu ondan aldığım ilk öpücüktü. O zamanlar ne kadar masum olduğumu yanağıma konan bu öpücüğün kalbimi çılgın gibi hızlandırmasından ve heyecandan gözlerimin dolmasından anlayabilirsiniz. Büyülü bir andı. Benim de gözlerim refleks olarak kapanmışlardı. Saniyelerin içine o kadar çok düşünce sığdırdım ki beynim patlayacak gibi oldu.
Keşke sonra birbirimize gülümseyip Ufuk'a dil çıkardık diyebilseydim.
Yapamadık, tabii ki.
Yapamazdık ki.
Gözlerimi açar açmaz, Demir'in omuzlarının üstünden arkada bizi izleyen birini gördüm. Yüzünde, hayatımda gördüğüm en korkutucu ifadelerden olan çirkin bir adam.
Ayaklarım birer adım geri çekildiler.
Ne yapacağımı bilmiyordum. Onların karşısında yüzlerce kez zor durumda kaldım, ama hiçbirinde bu kadar çaresiz değildim.
Sevgili Pazı'm korkumu fark edince bana dokunmak istedi. Size söylemiştim, dokunmak bizim için işleri yoluna koyan şeydir. Eğer yapabilseydi ikimizin arasındaki gerginlik azalırdı, çoğalansa onun suratına inecek yumruk ve tekmelerin sayısı olurdu.
"Dur," dedim. "Dur, gelme."
"Özür dilerim, İpek. Çok özür dilerim." Kendisi yüzünden olduğunu sanıyordu, beni incittiğini sanıyordu.
"Özür dileme, lütfen." Ayaklarım geri gitmeye devam ederken karşımdaki aptal da bana doğru yürüme eyleminde kararlılığını sürdürüyordu.
"Ne oldu? Kırılacağını düşünmemiştim, gerçekten. Çok öz-"
"Demir. Dur. Lütfen. Gelme. Dur." Elleri yavaşça güvende olduğumu belirtmek istercesine havaya kalktı, ama yürümeye devam etti. "Dur, dedim. Dursana aptal. Dur işte!" En sonunda darmadağın olduğumu fark edip sözümü dinlemeye karar verdi. "Bana mesaj atma, bana ulaşmaya çalışma. Tamam mı?" Zaten istese de yapamayacaktı. Öldürülesiye dayak yemekle meşgul olacakı o sırada.
"Neden?"
"Soru sorma. Peşimden gelme. Şu an aklından geçen hiçbir şeyi yapma, anladın mı? Kalbinin sesini kıs. Duyma onu." Kaşlarını çattı. Gözlerinin içinde yalvaran yavru Demir'i görebiliyordum. O an o da ben de koşup birbirimize sarılmak için her şeyi verebilirdik.
"Ne oluyor İpek?" diye fısıldadı.
"Özür dilerim Demir." Yüzüne son bir kez bakıp arkamı döndüm. O kadar hızlı koştuğum bir gün daha hatırlamıyorum.
Yanında kalmayı ya da elinden tutup birlikte kaçmayı çok istemiştim. Ama zaten istediğim şeyleri yapabilseydim bunları isteyecek seviyeye gelmezdim ki.
İşte! Demir onların elindeydi. Muhtemelen bir daha yüzüme bakmayacaktı. Yine okulumu değiştirmek zorunda kalabilirdim. Onun hakkımda bir şeyler söyleyeceğini zannetmiyordum, ama daha fazla yüzüne bakamazdım. Yalan söylemiştim, canının yanmasına sebep olmuştum. Benden nefret edecekti. Kalbindeki sevginin kırıntısı bile kalmayacaktı. Biliyordum.
Onlarca arkadaş eskitmiştim, onlarca dost; anında arkasını dönebilenlerden. Demir neden dönmesindi ki? Ona hiçbir yararım olmamıştı. Üstelik az önce girdiği bu savaştan sadece dayakla kurtulması bile kârdı. Hayatını mahvedebilirlerdi. Hayır, ben hayatını mahvedebilirdim.
Dünyada en çok değer verdiğiniz insanlardan birinin hayatının sorumluluğu omuzlarınızdayken kusmak istiyorsunuz. İç organlarınızı ağzınızdan çıkarmak, onları temizlemek, karın boşluğunuzdaki aptal insandan arındırmak istiyorsunuz. Bu yüzden eve gidince yaptığım ilk şey kusmak oldu. Asit boğazımı yakıp yukarı çıkarken fark ettim ki bu hiçbir işe yaramayacak. Aptallık benim damarlarımdaki kandaydı. Yüzyıllar önce yaşamış olan büyükannemden miras kalmıştı belki de. Kim bilir belki de onun da babası o küçükken ölmüştü, belki o da başına buyruk davrandığı için sevdiği insanın hayatını mahvetmişti. Bunu tek başıma yapıyor olamazdım. Tüm suç bende olamazdı.
Midemdeki asidin son damlası dudağımdan süzülürken kapı zilinin çaldığını duydum.
İçimden gelenin gerzek komşularımızdan biri olması için dua ettim. Çünkü eğer onlardan değilse bir koruma kapıma dayanıp beni yaka paça Atıf Bey'e götürebilirdi. Ya da Demir'i gözümün önünde dövmek için getirmiş olabilirlerdi.
"Hayır," diye fısıldadım. Elimi aynaya yasladım. "Hayır, o kadarını yapmazlar. Sakin ol. Bu gece kimse gelmeyecek rahat rahat kendini yiyip bitirebilir ve yarın için kendini hazırlayabilirsin."
Kafamı son bir kez musluğun altına sokmak için eğerken kapı zili yeniden çaldı. Annemin evde olmadığını unutmuştum. Yüzümü kurulayıp kapıya gittim.
Sadece gelene annemin evde olmadığını söyleyip onu gönderecektim. Sonra odama kapanıp istediğimi yapabilirdim. Annem gelene kadar zaten uyuyakalırdım, böylece açıklama yapma gibi bir zorunluluğumda olmazdı.
Tüm bu planlar için önce kapıyı açmalıydım, ama nedense yapacak cesaretim yoktu. Bir şey beni kapıyı açmaktan alıkoyuyordu. Ciddi anlamda kimsenin yüzünü görmek istemiyordum, herhangi birinin benim merkezinde bulunduğum 100 metre çapı olan çemberin içinde nefes dahi almasını istemiyordum.
Kapının arkasındaki kimse yerinde duramıyor olacak ki bir kere daha zile bastıktan sonra kapıyı yumruklamaya başladı. Derin bir nefes aldım.
Baş etmesi güç bir rakip olacağını düşünmüştüm. Artık alışmış olmalısınız, benim hayatımda benim tahminlerim hep yanlış çıktı.
Kapının arkasındaki baş etmesi güç bir rakip değildi. O baş etmesi imkansız bir rakipti.
Bana elme yedirmeye gelmişti, masalımızın kötü cadısı. Atıf Bey.


Mavinot: Geciken bölüm için özür dilerim. Bir sonraki bölüm gecikeceği için şimdiden özür dilerim. Kış tatili geldi, yeheeet! Mavi tatilleeer. ^^

6 yorum:

  1. Sonunda biraz aksiyon oh bee. Bir an korkuttun beni yoksa Ufuk da mı İpek'ten hoşlanıyor diye düşünmedim değil. Neyse ki korktuğum başıma gelmedi. Kötü cadı geldiğine göre oyun başlasın artık kartozu. Mavi bir bölüm olmuş ama bundan sonraki bölümler çok daha mavi olacak gibi. Bu arada sana da mavi tatiller. Hiç durmuyon hep geziyon sen de hehehe

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Oyun başladı bile Delicimm. Ufuk daimi kankadır, sorun yok. Teşekkür ederimmm :)

      Sil
  2. neden kartozu neden
    neden bahis konusunu bile öğrenemeden oldu bunlar
    neden atıf gökçe'yi alıp götürmüyor ipek niyetine
    neden atıf atladı hemen
    neden sonraki bölüm gecikecek
    neden

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ipek'in de kendisine en çok sorduğu sorular "neden"le başlayan sorulardır.
      Benim cevap verebileceğim tek soruysa neden gecikeceğidir. Çünkü memleketime geldim ve takdir edersin ki aile büyüklerinin evinde internet bulunması pek olası değil. Özür dilerim bunun için ve teşekkür ederim ilgin için. :)

      Sil
  3. 40 kere Atıf ölsün dersem ölür mü?

    YanıtlaSil