Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

12 Ocak 2014 Pazar

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #12

Nisan 2013
Ben serinliği severim. Sabahın çok erken saatinde camdan kafamı çıkarınca yüzüme esen rüzgarı, akşamları parmaklarımı üşüten ayazı, yastığın soğuk tarafını, kulaklığı ilk taktığımda kulağımın içini ferahlatacak kadar serin olmasını, kolye zincirlerinin boynuma değdiğinde ürpermeme sebebiyet vermesini, Demir'i... Serin olan her şeye derin bir sevgi beslerim.
Demir kadar sıcacık bir insanı nasıl olur da serin olarak değerlendirebilirim, merak ediyor olmalısınız. Onun serinliği adında, beni kızgın sıcakların bunaltıcı havasından kurtarışında. Kanından gelen buz gibi soğukla teninin yumuşacık sıcağı karışınca Demir çıkmış ortaya. Serin o da. Sevdiğim her şey gibi.
Ama o günlerde fazla sıcak olan bir şeyle savaşmak zorundaydım: Korku.
Demir'i herkese erkek arkadaşım olarak tanıtmaya başladığım günlerden bahsediyorum. Bütün okul bizden bahsetmeye devam ediyordu; eğer bir okul dizisinde yaşıyor olsaydık çok acı çeken ana çift olmak yerine her zaman sevimli, kıskanılan ikinci çift olurduk. Okuldaki diğer sorunsuz çiftlerle sihirli bir şekilde tanışmıştık ve arkadaş çevremiz hızlıca genişliyordu. Her şey harika gidiyordu, gülümsemeden geçirdiğim tek bir gün bile yoktu. Gittikçe bunun bir peri masalı olduğuna inanmaya başlamıştım. Türlü maceralardan geçen prenses sonunda prensine kavuşur, mutlu mesut yaşarlar. Her şey harikadır. Ama peri masalları tam bu noktada biter. Onlara sonradan ne olduğunu kim bilebilir? Yalnızca tahminler yürütülür. Çünkü onlar bu masal için yaşamış kişilerdir, sözcükler bittiğinde ölürler.
Bizse yaşamaya devam ediyorduk. Masalımızı en mutlu yerinde bitirmek için henüz çok erkendi. Beyaz atlı prensim kötü cadıyla henüz savaşmamıştı. Hayır, kötü cadı derken kıskanç bakışlarını bizden çekemeyen Gökçe'den bahsetmiyorum. Sayısız zehirli elması, Pamuk Prenses'in kalbi yerine bir ceylanın kalbini götürecek kadar bile merhameti olmayan yüzlerce avcısı vardı asıl kötü cadının. Üstelik kendisi de kibrin esiri olmuş değildi, yaşlı ahmak bir kadından çok daha güçlüydü. Sarayıma yerleştirdiği onlarca muhbir her an ona beyaz atlı prensimle mutluluğun doruğuna tırmanmakta olduğumuzu haber verebilirdi.
Bu durumda korkumla yalnız başıma çıkmam çok zordu. Kötü cadının ordusunda en merhametli olan avcıyla iş birliği yapmaya karar verdim ben de.
Güneşin gökyüzünden aşağı kaymakta olduğu saatlerde yine korumaların görevde olmasından faydalanıp nöbete gelen Süleyman Kahraman'ın arabasında eve gidiyordum. Radyodan James Blunt'ın "Aynı Hata" şarkısı süzülüyordu.
Bütün gün ne yapmam gerektiğini düşünmüş olmama rağmen hala kendimi hazır hissetmiyordum.
Sesimdeki gerginliği gizleyemeden "Size Demir'den bahsetmiştim, değil mi?" diye sordum. Onun adını duyar duymaz uzanıp radyonun sesini kıstı. Lanet olası tedirgin sesimi daha çok dinlemek ister gibiydi.
"Evet bahsettin."
"Şey... Demir çok iyi bir arkadaş."
"Söylemiştin."
"Söylemediğim bir şey var." Parmakları sıkı sıkı direksiyona yapıştı. Dişlerini sıktığını görüyordum.
"Seni dinliyorum." Sesi o kadar sert çıkmıştı ki daha itiraf etmeden pişman oluvermiştim.
Kelimelerimi iyi seçmek için duraklamak zorunda kalarak toplamaya çalıştım. "Önemli... Bir şey... değildi. Yani... Boş verin." Sıkıntıyla koltuğuma sinerken içimde vereceği tepki için bir korku alevlenmişti. Ona güvenmediğimden değildi, ama sonuçta eve götürdüğü ekmeğin parasını veren de ben değildim. Aptallık etmiştim. Ağzımı hiç açmamalıydım.
"İpek," diyerek hızla düşüncelerim arasına girdi. "Söyle."
Gözlerinin içine baktım. Görmeyi beklemiyordum, ama işte benim için sakladığı endişeden bir parça duruyordu orada. Beni korumak istiyordu sadece, o da korkmuştu. Başka bir şey yoktu.
"Ben," dedim. "Ben... Demir'den hoşlanıyorum... Sanırım." Söyleyememiştim. Yalnızca hafifletmiştim. Ama bu bile onun üstünde büyük etki yaptı. Öncellikle çok şaşırdı. Daha kötü bir şey söylememi bekliyormuş gibi baktı, sanki öyle bir şey varmış gibi.
"Gerçekten mi?" Ciğerlerindeki bütün havayı bu cümleyle atmosfere bırakmış gibiydi. Gözleri kocaman olmuştu. "Ondan hoşlanıyor musun? Ciddi misin?"
"Evet, ciddiyim. Ama size göre çok kötü değil gibi."
"Hayır öyle değil. Ben sadece... Sanmıştım ki..."
"Ne sanmıştınız?" 
Sorumu görmezden geldi. Parmaklarını gevşetmeye, göz kapaklarını alçaltmaya çalıştı. Konuşmasına yavaşlatılmış bir halde devam etti: "Bak İpek, anlıyorum. Genç kızsın, bu dönemlerde böyle şeyler hissetmen normal." Bir an durdu, şimdi şaşkınlığını tamamen atmıştı ve gerçekten kötü bir şey olduğunu fark etmeye başlıyordu. "Herkes hisseder bunları bu yaşlarda. Ama..."
"Ama ben lanetliyim, değil mi?" diye atladım. "Bu yüzden hissedemem."
"Ben öyle bir şey söylemedim."
"Buna benzer bir şey geliyordu, hissettim. Uzun zamandır duyuyorum da." Korkum uçup gitmişti, sinirleniyordum.
"Açık konuşayım mı?"
"Her şey yeterince açık gibi ama?"
"Demir'le aranızda bir şey olması yalnızca bir hayalden ibaret," dedi dümdüz.
Omuzlarım düştü. "Bu fazla açıktı," diye mırıldandım. Gözlerim dolmaya başladı. Kulaklarım yanıyordu, duyduğum şey korkunçtu. Yaşadığım şeyin bir hayalden ibaret olduğunu söylemişti. "Çok acımasızsınız!"
"Özür dilerim." Sesinin tınısında ufak bir çatlama işittim. Telaşla yerinde kıpırdandı, nefes alışları hızlanmıştı. "Çok özür dilerim İpek. Sen de biliyorsun, istediğini yapabileceğin bir hayatın yok." Gözyaşlarım çoktan süzülmeye başlamıştı bile. Salak gibi bana destek olmasını beklemiştim. Atıf Bey'i alt edebileceğimi yeniden hatırlatmasını, gülümsemesini istemiştim. "O çocuğa fazla yaklaşma. Canını yakarsın, hayatını mahvedersin."
"Yeter," diye fısıldadım. Yanağıma süzülen bir damla gözyaşını sildim usulca. Demir'in ağlamamam gerektiğini söylediğini hatırladım, ama kendime engel olamıyordum.
"Bana ilk kez birinden hoşlandığını söyledin, bunun ciddi olduğunun farkındayım. Ama... Olmaz... Yapamazsın İpek."
"Yeter!" diye ciyakladım. "Keşke söylemeseydim! Bir dostumla heyecanımı paylaşmak istemiştim sadece. Görünen o ki bugün dostum değilsiniz." Burnumu çekip gittikçe hızlanan gözyaşlarımı bir kez daha montumun koluna sildim. "Kalbimin her gün kırıldığının farkındasınız, değil mi?" Derin ve acılı bir nefes aldım. "Keşke siz biraz daha kırmasaydınız. Çünkü bu ölümcül bir darbeydi."
"İpek..."
"Ne durumda olduğumu biliyorum ben de. Sizden istediğim tek şey birkaç dakika polyannacılık oynamaktı beraber. Karşı takımda olduğunuzu bilmiyordum. Kusura bakmayın."
"Ben senin tarafındayım."
"Arabayı durdurur musunuz? İnmek istiyorum. Lütfen bir süre nöbetlere gelmeyin." Zaten çok yavaş gittiğimiz için hemen durduk, o anın işkence kokan havasını daha fazla solumak zorunda kalmadım.
İnmeden önce şarkıdan duyduğum son dizeler aklıma geldi: "Bana sebep ver, ama seçim verme. Çünkü aynı hatayı yeniden yapacağım."
İçimden kendime bir söz verdim: Bundan sonra savaşlarımı başkalarıyla paylaşma hatasını yapmayacaktım.
Şarkının haksız çıkmasını umuyordum.

***

Ertesi gün okula giderken metroda iki dakikada bir telefonumun ekranından kendime bakıyordum. Gözlerim dün akıttıkları gözyaşları yüzünden davul gibi şişmişlerdi. Demir beni bu halde gördüğünde bir sürü soru soracaktı, telaşlanacaktı. Moralimi düzeltebilecek en son şey onun telaşlanmasıydı. Ama gözlerim inatla şişkin kalmaya devam ediyorlardı.
Okula vardığımda yüzüme soğuk su çarpıp kaküllerimi -işe yaramayacağını bildiğim halde- gözlerimin üstüne çekmeye çalışacaktım. İşe bakın ki okulun kapısından girer girmez o şişkinliklerin karşılaştığı ilk şeyler Demir'in dudaklarından daha çok gülümseyen kahverengi gözleri oldu. O aceleyle dışarı koştuğu, ben de aynı aceleyle içeri girdiğim için hafifçe çarpışmıştık. Bir an için gülümsemesi genişledi; bir sonraki an kollarımdan sıkıca tutmuş, kafasını eğip benimle aynı boya gelmiş, göz torbalarımı inceliyordu.
"Gözlerine ne oldu? Ağladın mı?" diye sordu.
"Sana da günaydın canım," dedim geri çekilmeye çalışarak. "Gece uyuyamadığım için oldu."
"Neden uyuyamadın?"
Sıkıldığımı belirtmek istercesine iç çektim ve "Annemle sohbet ettik sabaha kadar," diye yalan söyledim. Gözlerini kısıp birkaç saniye şüpheyle baktı. Ona yalan söylediğim için kendimi kötü hissediyordum. "Artık gidebilir miyim?" diye sızlandım. Doğrudan gözlerinin içine bakamayacak kadar utanıyordum.
"Önce bana sarıl," diye mırıldandı belli belirsiz bir sesle. Kollarımı tutan elleri düştü, duruşunu dikleştirdi. Gülümseyince şiş gözlerim tamamen kapandı, ama kollarının arasını bulmak hiç de zor olmadı. Kafamı boynuna gömüp limon aromalı, leziz kokuyu bugünün güzel olmasını umut ederek içime çektim.
"Günaydın İpek böceğim," diye fısıldadı.
Böyle bir anda Süleyman Bey'in söylediği her şeyi unutmam gerekirdi, değil mi? Normal insanlar karşıdakinin sevgisini hissettiklerinde daha güvende hissederlerdi, korkularını alt ederlerdi. Benim duygularım tam tersi yönde ilerledi.
Süleyman Bey haklıydı.
Demir için savaşabilirdim, ama bunun neye faydası olurdu ki? Sevgi bir zırh değildi bedenlerimizi koruyacak. Üstelik onu satamazdım da zırh almak için.
Sayfalarımda klişeleşti ağlamak kelimesi, ama gerçekten o zamanlar gülmediğim bir gün bile olmadığı gibi ağlamadığım hiçbir gün de olmuyordu.
Her sabah  gözünüzü açıp "Acaba bugün sapasağlam okula gelecek mi?" diye düşünmek ne kadar zor hayal bile edemezsiniz. Üstelik, her Allah'ın günü bunu düşünmeme rağmen asla buna hazırlıklı olamayışım da cabasıydı.
Gün geçtikçe her şeyi kabullendim. Bizim peri masalımıza mutlu son yazılmayacağı gittikçe kesinleşiyordu. Bu yüzden başkasının ellerinden çıkmış kelimelerle değil de kendi zihnimden dökülenlerle bir şeyler yazmak istedim. Demir'den bir an önce ayrılacaktım. Yaklaşan yaz tatilini bahane edecek, başka bir okula gideceğimi söyleyecektim. Atıf Bey'den kaydımı başka bir yere almasını istediğim zaman itiraz edeceğini zannetmiyordum. Bu şekilde birbirimizden uzakta her şeyi unutmamız daha kolay olacaktı. Planım... Mükemmeldi.
Ama kusursuz değildi. Hesaba katmadığım çok önemli bir şey vardı: Demir'in düşünebilen, hissedebilen, üstelik bu niteliklerini üst seviyede kullanabilen bir canlı olduğu.
Birkaç hafta sonra ayrılmamız gerektiğini söyleyeceğim gün; sırf duyduğu zaman daha kötü hissetsin, umursamadığımı düşünsün diye mutlu numarası yaptım. Onunla olabildiğince az konuştum, diğer herkesle ilgilenmeme rağmen. Bir süre farkında olmadı, birkaç saat içinde ise rahatsız olduğunu belli etmeye başladı. İlgimi çekmek için kırk takla atıyordu. Sinir katsayılarındaki artış hızını göz önüne alarak patlamadan önce, yani öğle arasında, her şeyi söylemeye karar verdim.
Zeynep'le birlikte öğle yemeğimizi koridorda yere oturup yedikten sonra sınıfa girdim. Onunla hiç göz teması kurmadan yanına oturdum. Beni bekliyormuş gibi aniden konuşmaya başladı. Söylediği hiçbir şeyi duymuyordum, kalbim kulaklarımda atıyordu. Sabrettim, sabrettim, sabrettim.
Birdenbire konuşmam gerektiğini hissederek sözlerini yarıda bölmek üzere ona döndüm. Burnuma doğru bir kağıt uzatmıştı.
"Sen beni dinliyor musun?" dedi heyecanla.
"Ne dedin? Kafam başka yerde de..."
"Diyorum ki anlaşmamızı yapmalıyız artık." Şaşkın şaşkın gözlerimi kırpıştırdım.
"Ne anlaşması?"
"Başından beri dinlemedin değil mi?" Kız gibi gözlerini devirip iç çekti. "Film izlediğimiz zamanı hatırlıyor musun?" Ağladığım zaman gözyaşlarımı silişini nasıl unutabilirdim?
"Tabii ki."
"Filmden sonra acıları paylaşmakla ilgili ne demiştik?" Umutla gözlerimin içine bakarken yapmak üzere olduğum korkunç hatanın farkında vardım. İçimde kuyametler kopuyordu.
"Acıları..." Duraksadım ve boğazıma takılan yumru yüzünden yutkundum. "Paylaşma Anlaşması."
"Evet!"
"Ciddi anlamda aşık olduğun zaman..." Vardığım sonuçtan oldukça memnun olarak gülümsedi. Kağıdı masaya bıraktı. Masada aynı kağıttan bir tane daha vardı.
Boğazını temizleyip okumaya başladı: "Biz, Demirpek çifti; birlikte olduğumuz süre boyunca -ki umarız sonsuza kadar olur- hiçbir acımızı birbirimizden saklamayacağımıza, her şeye birlikte göğüs gereceğimize, ağladığımız zaman kafamı yaslayacağımız omuzların birbirimizinkiler olacağına aşkımız üzerine yemin ederiz." Kalp atışlarım yavaşladı, beynim uyuşuyordu. "Nasıl? Sade olsun dedim." Usulca kafamı yasladım. Yanağımın içini kemirmeye başladım. Ağlamamalıydım, hayır. "İkimize de birer kopya. Böylece eğer acıları paylaşmazsak birbirimizi mahkemeye verebiliriz." Masum, komik bir kahkaha attı. "Ama... Sana sormadım. İmzalamak istiyorsun değil mi? Eğer... Şey... Yani... Emin değilsen... Sonraya bırakabiliriz..."
İmzalamak istiyor muydum? Bu sorunun iki farklı anlamı vardı benim için.
İlki: Demir'e yanında durduğum her saniye acı çektirmek istiyor muydum? İşler ileri giderse ölebilirdi, bunu ona yapmak istiyor muydum?
Hayır, istemiyordum. Hem de hiç.
İkincisi: Ağladığım zaman kafamı omzuna yaslamak istiyor muydum? Elimi uzattığımda ona dokunabilmek istiyor muydum? Gözlerinin içine bakmak istiyor muydum? Dünyada hiçbir şeye değişmeyeceğim o limon kokusunu duymak istiyor muydum?
Evet, hem de deli gibi istiyordum.
Kendime tüm hayatım boyunca 'neden' kelimesiyle başlayan sorular sordum ve hiçbirine yanıt alamadım. Ama içlerinde cevabını çok merak ettiğim bir tane vardı. O soruyu tam da kağıtlar önümde dururken sormuştum. Neden daha çocuk sayılacak yaştayken kalbimi kaptırdığım insana sevgimi kanıtlamak için hayatlarımızın üstüne kumar oynamak zorundaydım?
Cevabı düşünmedim bile. Sadece birkaç saniye kendime izin verdim. Dedim ki 'Kendini tutma, belki bütün hayatın mahvolacak ama önemli değil. Zaten uzun zamandır kendini tutuyorsun değil mi?'
Ruhumu tutan engeller kırılınca hıçkırıklarım taştılar. Ellerimi yüzüme kapatıp yakıcı gözyaşlarımı gizlemeye çalıştım. Demir artık bu ani sinir krizlerine o kadar alışmıştı ki bana sarılmak için bir hamle yaptı olağan bir tavırla. Ben geri çekildim. Kendimden bile beklemediğim bir çeviklikle hem de. Ona sarılarak vakit kaybedemezdim. Engellerim geri gelmeden, yapmak istediğim şeyi yapmalıydım.
"Bana kalem ver!" diye bağırdım. "Hemen bana kalem ver!"
Kağıtların ikisini de gözyaşlarımla ıslatarak imzaladım. Tüm kaçış yolları kapanmıştı. Dümdüz kötü cadıya doğru yürümek zorundaydık artık. Kafamıza estiğinde geri dönemezdik.


6 yorum:

  1. Okumayı bitirdikten sonra ben: Abi çok iyi yaa
    Gerçi bir an noluyor ne zaman yaz tatili geldi falan dedim ama :D Eline sağlık bu sefer tam olmuş. Atıf'ın geleceği belli oldu. Bu arada ben Süleyman'ı çok sevdiğimi söylemiş miydim? Ama Demir'i daha çok seviyorum. Demir galp galp galp

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim Delicim. Süleyman'ı sevmek lazım, esaslı adams sonuçta. :P
      Hikayenin silkelenip kendine gelmesi gerekiyor artık. :)

      Sil
  2. hikaye silkelensin, bir dediğimiz yok da kartozu, çabuk silkelensin, her hafta ölüp ölüp diriliyoruz burada...
    atıf ne yapacaksa çabuk halletsin, geliyorsa gelsin, gelmiyorsa zaten hiç ipek'in olmamıştır... dur karıştı...
    adamım ufuk yoktu bu bölümde. üzüldük.
    bu arada, demir dışında kimsenin tasvirini, görünüşünü bilmiyoruz galiba. var mı verebileceğin bir ipucu? atıf'ın nasıl bir cadı olduğunu merak ediyorum.
    lafı açılmışken söyleyeyim, demir böyle cici çocuk rolünde gezmeye devam ederse ben onun safını terk ederim kartozu. kötü adam severiz biz. nerde bu ihtiyar atıf?
    ayrıca demir'e yerden göğe kadar hak verdiğim tek konu ipek'in çok ağladığı. kızın iki gözü iki trevi çeşmesi, mütemadiyen ağlıyor. olmaz ki böyle ama.
    bakma böyle fırça çekip durduğuma, bayıldım. resmen bayıldım. kendimi çocuk büyütür gibi hissediyorum, gözümün önünde her geçen gün kalemin daha da güçleniyor. devam et böyle kartozu. iyi geceler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Işte benim ihtiyacım olan eleştiri. Çok makbule geçti gerçekten, bu yorumdan çıkartacağım çok şey var. Gecelerin en güzeli sana gelsin. Fırçanın elleri dert görmesin, her zaman bekleriz. Minnettarım. Çok ama çok teşekkür ederim.

      Sil
  3. Demir.. Yapma etme.. Kendini kendi ellerinle lanetleme diye düşündüğüm an farkettim ki bu karaktere fazla bağlanmışım. Ahahhha :D Olacaklardan çok korkuyorum dugın dugın dugınnnnn

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Demir'e bağlanmaktan kaçış yok sanırım :D korkma her şey güzel olacak ahahah :D

      Sil