Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

15 Kasım 2013 Cuma

Mavi Kartozu'nun Kalemi: Siyah Limon #6

1 Mart 2013
İkinci dönem başladığından bu yana tam üç hafta olmuştu. Bu da benim henüz hayatımın gölgelerinde saklananlardan haberi olmayan sınıf arkadaşlarımla geçirdiğim dolu dolu on beş iş günü olduğu anlamına geliyordu. -Tabii ki bu sayı Demir ve Ufuk için değişkendi, çünkü onlar hafta sonlarında bile benimle irtibat halindeydiler.-
On beşinci iş gününün son iki dersi beden eğitimiydi. Şansa bakın ki beden eğitimi öğretmenimiz liselerarası futbol turnuvasında görevliydi ve biz eşofmanlarımızı giydiğimizle kalmıştık. Çoğunluk eve gitmek istedi, ama müdür yardımcısı bizi sınıfa kapattı.
Aklımıza ilk gelen şey film izlemek oldu. Sınıfça adam gibi yapacağımız ilk etkinlikti bu. Müdür yardımcısı sırf bizi okulda tutabilmek adına projeksiyon cihazına bağlamamız için dizüstü bilgisayarını ödünç verdi.
Günümüz gençleri içinde çeşitli filmler bulunan taşınabilir belleklerini ceplerinden hiç çıkarmadıkları için bir sürü film seçeneğimiz oldu. Çoğu tanınmış Amerikan filmleriydi ve iki ders hiçbirini izlemeye yetmezdi. Üstelik hangisini izleyeceğimize karar vermeye çalışırken baya bir vakit harcadık. Çünkü her kafadan bir ses çıkıyordu. Haliyle sonunda işler kızıştı. Herkes kendi söylediği filmin açılmasını istiyordu. Kavganın başlamasını görmek istemeyenler gizlice kantine inip -eğer açabilirsek- filmi izlerken yemek için bir şeyler almaya gittiler.
Tam sesler yükselmeye başlamıştı ki birden tahtaya çekik gözlü insanların olduğu bir film yansıdı. O an oluşan sessizlik, ancak ramazanda iftar sofrasında ezanı bekleyen insanların sessizliğiyle bir tutulabilirdi. Herkes usulca yerine oturdu. Birinin kendileri yerine seçim yapıp kavgaya engel olmasına minnettar gibiydiler.
Cam kenarında, arkalarda oturan Oğuzhan "Nereli bu insanlar?" diye sordu gerçekten meraklı bir sesle.
İlayda "Galiba Koreliler," diye cevap verdi. "Şu sıra meşhurlar."
Gökçe alaycı bir ifadeyle güldü: "Kim açtı bunu ya?"
Göz ucuyla Demir'e baktım. Onun özellikle takip ettiği kız Gökçe'ydi; güzellik kraliçesi edasıyla koridorda yürüyen, pek çok insana yüz verme zahmetine girmeyen, okuldaki her çocuğun sevgilisini bilen ama yüz temel eserde kaç eser olduğu sorusuna bile doğru dürüst cevap verme ihtimali çok düşük olan, havasından yere basamayan, gıcık, aptal Gökçe. Demir'in ona yaranmaya çalıştığını tahmin ediyordum. Demir gibi çocukların hepsi Gökçe'nin peşindeydi. 1+1 nasıl 2 ediyorsa, popüler+popüler, daha popüler demek oluyordu.
Tıpkı şu an yaptığı gibi fikrini açıkça ortaya koyan gülücükler attığında Demir ona katıldığını belli etmek için aynı şekilde gülerdi. Birbirlerine bakarlardı, bazen göz kırparlardı.
Ama Demir tüm dünyayı unutmuş gibi tahtaya yansıyan görüntüye bakıyordu şimdi.
Zeynep ve Ufuk aldıkları patates kızartmasını bizimle paylaşmak için sıramıza geldiler. Zeynep beni kenara doğru ittirerek kendilerine yer açtı. Üstüne gittiğim Demir, gözlerini ekrandan ayırmadan kayıp duvara yapıştı. Duvarla benim aramda sıkışmış gibi görünse de bununla ilgilenmiyordu bile.
Filmin başında söylemek zorunda olduğu şarkıyı beğenmeyen bir adam ve onu şarkının çok güzel olduğuna inandırmaya çalışan komik insanlar vardı. Herkes kullandıkları dilin vurgularıyla dalga geçti. İlk beş dakika anlamsız konuşmalarla doluydu.
Daha sonra bunun aslında bir aşk filmi ortaya çıktı. Bense aşk filmleri izlemekten nefret ediyordum o sıralar. Çünkü; eğer bir gün aşık olursam, aşkımın Atıf Bey'in müdahalesi ile imkansızlaşacağını düşünürdüm. Bunu yaşama ihtimalim çok yüksekti, yani bir de aslında hiç yaşanmamış olanlara ağlamak istemiyordum. Bir kere bana çok yapay geliyorlardı. Kim bilir, belki de elimi uzatsam tutabileceğim yerde gerçeği durduğu için...
Kurdun dikkatini çekmemek için ona bakmamaya çalışan kuzu edasıyla gözlerimi ekrandan kaçırmayı başarabildim. Ama bu zaferim yalnızca birileri kalkıp perdeleri çekinceye kadar sürdü. Artık kimse kimseyle ilgilenmiyor, herkes karanlıktan faydalanarak dikkatini filme vermeye çalışıyordu. Uzunca bir patatesi ağzımda gevelerken ben de ona yenik düştüm.
Film yavaş yavaş, hatta saçma ilerliyordu. Yine de garip bir şekilde, yüzlerde oluşan aptalca bir gülümsemeyle kendisini izlettiriyordu.
Onuncu dakikada başrolün kanser olduğunu, bunu sevdiği kızdan sakladığını, hatta hasta olduğu için sevdiği kızdan onu sevdiğini bile sakladığını öğrendik. Bir insana onuncu dakikadan "bütün film boyunca ağlayacaksınız" mesajı verilince yüreğine nasıl bir ağırlık çöktüğünü biliyor olmalısınız. Şimdiden kaçıp gitmediğime pişman olmaya başlamıştım.
Derken patatesler de bitti. Dikkatimi verdiğim gibi duygularımı da filme vermek zorunda kaldım.
Filmin replikleri gerçekten çok güzeldi. Örneğin:
"Eğer yeniden doğsaydın ne olmak isterdin?"
"Eğer yeniden doğsaydım... Yüzük. Gözlük. Yatak. Günlük."
"Bunlar olarak doğup ne yapacaksın? Hiç eğlenceli değil."
"Beni satın alabilirsin. Böylece yanı başında daima mutlu olurum."
Biri size, sizin eşyanız olabilecek kadar çok yanınızda olmayı istediğini söyledi mi bilmiyorum, ama bunları duyan insan mutlu olmaktan çok üzülürdü bence. Ben çok üzülmüştüm. Sonra bunu söyleyen insan çok sevdiği o kadına harika biriyle tanışıp evlenmesini söyledi.
Adamın çekik gözlerindeki genellikle boş olan bakışlar sanki çok şey anlatmak istiyorlardı. Gözleri dolduğunda çizgi halinde iki kırmızılık yerleşiveriyordu altlarına.
Aşık olduğu kız ona bir dişçiye aşık olduğunu söyledi. Adam dişçiyi araştırdı, iyi bir aileden geldiğini, kibar biri olduğunu öğrendi. Ne yazık ki nişanlıydı. Ama adam sevdiği kızı, sevdiği adamla evlendirmeye kararlıydı. Nişanlısına bir mektup yazdı, mektupta şöyle diyordu:
"Nişanlından ayrılmana ihtiyacım var. Sevdiğim kız, ona aşık oldu."
Adamın hastalığı, kızdan kopuşuyla paralel olarak ağırlaşıyordu.
Çoğumuzun gözleri dolmuştu, hatta benim bile.
Sonra... Hepimiz ağlamaya başladık.
Kız gelinliğini adamla birlikte seçmek istediğini söyledi. Adam onu gelinliğin içinde gördüğünde yüzünün aldığı ifade bile kalbimizi sıkıştırmaya yetti. Kız ona damatlığı giymesini, birlikte bir fotoğraf çektirmek istediğini söyledi. Adam buna karşı çıkmaya yeltendiyse de kendisi de istiyordu bunu yapmayı. Sanki evlenenler ikisiymiş gibi, sanki kız onun karısı olacakmış gibi, sadece ama sadece bir anlığına mutlu olabilmek için...
Fotoğraf çekilirken zorla gülümseyebildi. Kız soyunmak için onu dışarı çıkarttığında hemen damatlığı bırakıp kendini dışarı attı. Ağlıyordu. Deli gibi.
İşte o an burun çekmeler duyuldu sınıftan.
Çenem titredi, direndim. Ama yanı başımda ellerini yüzüne kapamış zırlayan Zeynep bana hiç yardımcı olmuyordu.
Gözlerim Demir'e kaydı. Gördüğüm şey beni çok şaşırttı. Kahverengi gözlerinde parıldayan bir çift gözyaşı damlası vardı. Anlamsızca utandım. Hızla kafamı çevirip tahtaya baktım. Demir, hiç kımıldamıyordu. Belki de bekleyen gözyaşları akmasın diye...
Adam kızı mihrapta damadın kollarına bırakırken kocaman elleriyle yüzünü sildiğini gördüm. Gerçekten ağlıyordu.
Tam bitti zannettiğimiz anda zaman geriye akmaya başladı. Demir sanki ne olacağını biliyormuş gibi sessiz bir "ah" çekti.
Kızın her şeyi bildiğini öğrendik. Adamın kanser olduğunu, kendisini sevdiğini... Her şeyi! Ve sırf o istedi diye harika bir adam bulup onunla evlendiğini, sırf o istedi diye mutlu gözükmeye çalıştığını ama aslında hiç mutlu olmadığını...
Demir bir bacağını altına toplayarak hafifçe yan döndü. Kafasını önüne eğdi.
Kızın kar yağarken adamın arkasından yürüdüğü sahnedeyse ben artık kendimi tutamıyordum, gözyaşlarım dökülüyordu.
"Kendimle bir anlaşma yaptım. Eğer arkasını dönerse, ona her şeyi anlatacaktım. Eğer arkasını dönerse, ona sarılacak ve her şeye son verecektim. Ama o, arkasına bile bakmadı. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu."
Gerçekten çok ağlıyordum. Umutsuzca Zeynep'e baktım. Ufuk bir kolunu onun omzuna atmış teselli etmeye çalışıyordu. 'Keşke Ufuk aramızda otursaydı' diye düşündüm. Böylece ikimizi birden teselli edebilirdi. Kendimi birden çok yalnız hissettim. Hayatım boyunca hiç kimseyle film izlememiştim. Hiç kimse yanımda olup bana peçete uzatmamıştı, ağladığım için çirkin gözüktüğümü söyleyerek benimle dalga geçmemişti. Ayrıca, zaten ben hiçbir zaman teselli edilebilecek ya da dalga geçilebilecek kadar basit meselelere ağlamamıştım.
İçimden 'Aptal!' diye düşündüm. 'Sus artık. Gözyaşlarını böyle basit bir şey için harcarsan, gerçekten acı çektiğinde ne yapacaksın?'
Ama susamadım. Çünkü adam kendisi öldüğü için sevdiği kızı mutlu etmeye ve kız, sevdiği adam ölmeden önce onu mutlu etmek için hiç tanımadığı bir adamla evlenip mutluymuş gibi davranmaya çalışmıştı.
Filmin sonunda... Filmin sonunda kız, adam öldükten sonra intihar etti. Onun peşinden gitti.
Benim peşimden gelmek isteyen biri yoktu. Kimse gözyaşlarımı bile silmiyordu!
Aniden sağ yanağımda buz gibi olmuş parmaklar hissederek irkildim.
Birisi gözyaşlarıma dokunuyordu.
Yavaşça kafamı çevirdim. Demir'di bu. Gözlerinde parıldayan yaşlar hala duruyordu. Ama gülümsüyordu, belki zorlamaydı bu ama içime dokundu. Sanki filme değil de onun gözleri parlarken gülümsemesine ağlıyormuşum gibi hıçkırmaya başladım.
Bana bir peçete uzattı. Ufuk'la Zeynep kalkarken ben gözyaşlarımı sildim ve o da beni izledi.
"Ah, İpek böceği," diye mırıldandı. "Ağladığında çok çirkin olduğunu biliyor musun?"
Az önce aklımdan geçen düşüncelerle o anı kıyaslayınca boğuk bir sesle güldüm.
Zil çalalı çok olmasa da herkes hızla toparlanıp gitti. Ben yavaşça hazırlandım, Demir'in de gitmesini istiyordum. Onunla okuldan çıkıp bahçede her kim beni bekliyorsa önünde şov yaparcasına dikilemezdim. Demir gitmedi. Kapıda dikilip montomun düğmelerini iliklememi, çantamı sırtıma geçirmemi, yalandan ayakkabı bağcıklarımı bağlamamı izledi.
Pes etmeyeceğini anlayınca bana eşlik etmesine izin vermek zorunda kaldım.
"Film güzeldi," dedim kendimi tutamayarak. Kafasını sallayarak onayladı.
"Üçüncü kez izliyorum ve hala güzel," diye mırıldandı.
"Nasıl yani daha önce izlemiş miydin?"
"Evet. İlkinde yalnızdım. Aslında bir kıza bu sırrı söylemek ne kadar doğru bilmiyorum ama baya ağladım."
"Bekle. Yoksa o filmi sen mi açtın?" Bir an durup bana baktı. Sanki karar vermeye çalışır gibiydi. Bu ifadeyi onda çok görüyordum.
Sonunda "Ben açmadım," dedi. "Ama açan her kimse hepinizi ağlarken tek tek fotoğraflayıp o sümüklü hallerinizi size şantaj yapmak için kullanmak istediğine eminim."
"Sümüklü mü? Ah... Evet, sümüklüydü. Yani en azından Zeynep'inkilerin Ufuk'un tişörtüne bulaşmak üzere olduğunu gördüm."
"Bunu Ufuk'a söyleme."
"Aslında Zeynep'e söylemesem daha iyi, çok utanç verici."
"Seninkiler daha kötüydü. Allah'tan yanındayım, yoksa sümüklü sümüklü binecektin metroya."
Farkında olmadan dudaklarımda kocaman bir gülümseme belirdi.
"Zedelenecek bir itibarımın olmaması iyi. Gökçe'nin burnu akmamıştır umarım, yoksa bütün okul onunla dalga geçecektir."
Demir okuldan dışarı çıkana kadar sustu. Sanki bu cümleyi duymamış gibi yapmak istiyordu. Ama soğuk hava yüzümüze çarptığında onun tiksinti dolu bir sesle "Gökçe ağlamadı bile," dediğini duydum.
O an acaba hangi adam beni almaya geldi, acaba Demir dayak yer mi diye düşünüp etrafıma baktığım için bu ses tonundan bir çıkarım yapamamıştım. Ama sırf ağlamadığı için Gökçe'ye kızmıştı. Hem de çok.
Süleyman Bey'le göz göze geldiğimdeyse gerçekten sevinçten yerimde zıplamak istiyordum. Yanımda birinin olduğunu görüp duvarın arkasına saklandı.
"Sen eve nasıl gidiyorsun Demir?" diye sordum Gökçe'yle ilgili muhabbeti birden unutarak.
"Değişiyor. O kadar uzakta değil. Bazen yürüyorum, bazen minibüs."
"Ben metroya bineceğim," dedim. Aslında amacım farklı istikametlere gittiğimizi belirtip ayrılmamız gerektiğini söylemekti.
Ama o "Biliyorum," dedi. "Aslında sana metroya kadar eşlik etmeyi düşünüyordum."
Şaşkın şaşkın gözlerimi kırpıştırdım. "Pe... Peki..." diye kekeledim.
O durumda itiraz etmem gerekse de bana eşlik etmek istediğini söylediğinde moralimin hala çok bozuk olduğunu fark etmiştim. Süleyman Bey bile bana iyi gelmemişti. Demir şimdi giderse muhtemelen yalnızlığı yine hissederdim.
Birlikte metroya doğru yürümeye başladık. Rüzgar esiyordu. Üşümüştüm. Ama Demir yanımda yürüyordu.
Laf olsun diye "Filmin adı neydi?" diye sordum.
"More Than Blue, İngilizce adı. Türkçeye 'Hüzünden Öte' olarak çevrildi. Ama orjinal adı 'Hüzünden Daha Hüzünlü Hikaye'."
"Peki sen filmdeki adamın yaptığı gibi yapar mıydın?" Tek kaşını kaldırıp bana baktı.
"Nasıl yani?"
"Yani sevdiğin kadın mutlu olsun, seninle birlikte acı çekmesin diye; ondan vaz geçer miydin? Senin öldüğünü görmesin diye onun kollarında ölmek yerine yapayalnız ölmeyi tercih eder miydin?"
"Bence..." diye başladı. Durup derin bir iç çekti. "Bence aşk bu değil. Eğer birlikte acı çekilmeyecekse bu aşk olmaz. Eğer karşındakinin senin acına ortak olmaktan mutluluk duyacağına güvenemiyorsan, acını onunla paylaşamamak gibi bir seçeneğin olduğunu düşünüyorsan; tek yaptığın aptallıktır."
"O halde..."
"O adamın yaptığını yapmazdım," diye sözümü kesti. "Kızın yaptığını da yapmazdım. Ne oldu yani, ikisi de mutlu olamadı. Birbirlerine söyleselerdi de mutlu olamayacaklardı. Değişen bir şey yoktu. Ayrı ayrı hırpalanmaktansa birlikte hırpalanmak daha iyi değil mi?"
"Ama kız sonunda kendini öldürüp onun peşinden gitti."
"Yaptığı tek akıllıca hareket oydu zaten. Birlikte yaşamak için bir şey yapmadığına pişman olup birlikte ölmek istedi. Filmin asıl olayı da buydu zaten."
"Yani sen..."
"Eğer gerçekten birine aşık olursam, ama gerçekten derken ciddi anlamda diyorum, o zaman onunla bir anlaşma yapacağım."
"Ne anlaşması?"
"Acıları paylaşma anlaşması," dedi. Sonra da 'nasıl anlamazsın ya' bakışı attı bana. "Acılar bir ilişkide ortaktır. Tıpkı evlilikte çocukların ortak olması gibi."
"Demir, özür dilerim," dedim.
"Neden?"
"Senin hakkında çok yanlış düşünmüşüm, çok ince düşüncelerin var."
"Annem," diye fısıldadı Demir. Soluk alır gibi konuşmuştu. "Annem çok ince bir kadındı. Ondan miras kalmış olmalı." Sesindeki o tını içimde sorma isteği uyandırdı.
"Annenden bahsetmek ister misin?"
"Hayır," dedi kesin bir sesle. "Belki sonra." Onu kızdırdığımı düşündüm çünkü sesi yüksek ve sert çıkmıştı. Sorduğum için özür dilemeye hazırlanıyordum, ama o birden güldü. "Aslında bu soruyu sorman çok komik çünkü bu filmi izlediğimde bir hışımla internetteki eleştiri sayfasına 'Acıları Paylaşma Anlaşması' başlıklı bir yazı yazmıştım."
"Dalga geçiyorsun? Demek yazı yazacak kadar yeteneklisin."
"Pek değil. Aslında sanal alemde bana dair tek şey o yazıdır. Sevdiğin insan incinmesin diye ona yalan söyleyip kendinden uzaklaşmasını sağlamanın, onu bilerek incitmekten daha kötü olduğunu falan söylemiştim."
"Büyük konuşmak iyi değildir Demir. Yarın öbür gün aynısı senin başına gelirse..."
"Büyük konuşmazsan ne yapacağın konusunda kendine güvenemezsin bence. Asla yapmayacağım diyorsam, asla yapmam."
"Umarım yanılmazsın."
"Umarım," diye onayladı. Sonra montunun cebinde olan elini çıkarmadan karşıyı işaret etti. "İşte geldik," dedi. "Benden bu kadar."
"Teşekkür ederim bana eşlik ettiğin için."
Aşk hakkında büyük fikirleri olan romantik çocuk çizgisinden hızla kayıp çapkın çocuk haline giriş yaptı. Yarım ağızla gülümseyip rüzgardan dağılan siyah saçlarını düzeltirken "Benim için bir zevkti," diye mırıldandı. "Pazartesi görüşürüz."
Demir arkasını dönüp uzaklaştığında dakikalardır burnuma gelen limon kokusu gitmedi onunla birlikte. Süleyman Bey beni metronun önünde bulup arabasına bindirdiğinde bile buram buram kokuyordu. Hatta kokunun filmi izlerken ilk gözlerim dolduğu andan itibaren benimle birlikte olduğunu fark ettim.
Bu Demir'in kokusu değildi; yalnızca onun olduğunu düşünüyordum, onun olmasını istiyordum belki de. Babam öldüğünden beri yıllarca bu kokuyu düşünmüştüm. Pek çok kez yarım yamalak da olsa burnuma ulaşmıştı.
Belki de limon kokusu artık yalnızlığımın kokusu olup çıkmıştı.
Ne zaman yalnız olduğumu fark edip babamın elini elimde hissetmek istesem geliyordu.
Yani limon kokusu benimdi. Hep benim olmuştu.

4 yorum:

  1. Çok güzeldi. Bu bölüm hakkında fazla söze gerek olmadığını düşünüyorum. Sadece... Anla işte çok güzeldi. More than blue'yu hatırlamak da hüzünlendirdi. Filmin adından da belli olduğu üzere tıpkı senin gibi çok mavi bir filmdi. Mavi hüznün rengidir değil mi kartozu?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Mavi hüznün rengi değil, ta kendisidir. Çok teşekkür ederim, bu mavi yoruma söyleyecek söz bulamıyorum.

      Sil
  2. Demir bu kadar narin dusunceleri neyin arkasina gizliyordu acaba en kirilgan aninda ortaya ciktigina gore cidden kalin bir duvar ormus olmali kendine... Masmavi gokyuzu renginde bir bolumdu maviyi en derinlerimde hissettirdin kartozu...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ederim efendim, ne mavi bir yorum bu. :)

      Sil