Kartozlarının Yere Düşerken Çıkardığı Sesler

7 Ekim 2017 Cumartesi

Mavi Kartozu'nun Kaleminden VIXX - Kırmızı Kamelya #15

Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.

“Ne yapıyorsun?” diye sordu Taekwoon en sonunda dayanamayıp. Cevap gelmedi. “Doyeon…”
“Bana öyle seslenmemenizi söylemiştim size.”
“Beni görünce kafanı çevireceğini de söylemiştin, lakin beni görmeyi bile bekleyemedin işte. Nasıl buldun burayı? Takip mi ettin beni?”
Doyeon omuzlarını silkip gülümsedi. “Nasıl bulduysam buldum, önemli mi gerçekten?”
Güneş alacakaranlıkta yükselmeye devam ettikçe genç kızın teni ışıldıyordu, uyanır uyanmaz ilk gördüğü şeyin bu güzellik olması içini titretti Taekwoon’un. Sarılmak istedi, lakin elini de bırakmak istemiyordu.
Gelişinin sebebini sorması gerektiğini bilmesine rağmen bu soruyu ne kadar ertelerse o kadar birlikte kalabilecekleri düşüncesi ona engel oluyordu. Ona kendi elleriyle yemek yapmalıydı, hatta birlikte de yapabilirlerdi. Hancı kadın Doyeon’u görünce sevinirdi, değil mi?
İşte yine hayallere dalmıştı delikanlı. Hiçbirinin gerçek olmayacağının kanıtı, aşığının gözlerindeki sabırsızlıkta yazılıyken hem de…
Bakışlarını kaçırdı. Bedenini gevşetmeye çalıştı. Umursamıyormuş gibi yapmaya çalıştı. Duyacağı şeylerden memnun olmayacaktı, memnun olmamak deyimi az bile kalıyordu. Kahrolmadan sıyrılabilirse kendisini şanslı sayacaktı. Lakin kendini küçük düşürmek istemiyordu. Gözünden bir damla yaş süzülsün istemiyordu, hayır gözleri yaşlarla parlasın dahi istemiyordu.
O daha duymadığı bir şey için üzülürken, o şeyi söyleyecek olan Doyeon Hanım’ın yüzünde neşeli bir hüzün görmek belki de en yaralayıcı noktaydı. O an genç kızın hiçbir zaman kendisiyle ilgili hayaller kurmamış olabileceğini fark etti.
“Neden geldin?” diye sordu, neredeyse öfkeli.
Hanımefendi derin bir nefes aldı. “Sizi görmek istedim. Çok özledim.”
Taekwoon dayanamayıp boşta kalan eliyle yumuşak yanağını okşadı kızın. Doyeon bunu bekliyormuş gibi yüzünü onun eline yasladı, gözlerini kapattı.
“Bu okşayışlarınızı öyle çok hayal ediyorum ki…” dedi. “Lakin bana her dokunuşunuzda, hayallerimle asla gerçeğe yaklaşamadığımı fark ediyorum.”
“Yanağını okşayayım diye gelmedin ama. Değil mi?”
Siyah gözlerini açtı hanımefendi. “Acelecisiniz.”
“İkimiz de öyleyiz.”
“Haklısınız. Aslında olabildiğince uzatmak istemiştim bu anı, elimden geleni yaptım beyim.”
“Neden geldin Doyeon?”
“Mutlaka söylemek istediğim bir şey vardı. Söylemek için son şansımdı bu. Anlıyor musunuz?”
“Bir daha seni bıyıkla sokaklarda koştururken göremeyecek miyim yani?”
Genç kız gülümsedi. “Hayır, bir daha beni kendi halimde sokaklarda yürürken bile göremeyeceksiniz.”
“Sebebini sormayacağım.”
“Çünkü söylemeyeceğimi biliyorsunuz.”
“Evet.”
“Mühim değil. Çok geçmeden anlayacağınıza eminim.”
“Başından beri ayrılmak için birlikteydik, değil mi Doyeon?”
Hanımefendi ürkmüş gibi kıpırdandı. Yüzündeki gülümseme karmakarışık bir hal aldı. “Beyim…” diye fısıldadı. “Öyle söylemeyin, ne olursunuz.”
“Yok, yok. Sen haklıydın. Ben hep çocukça hayaller kurdum, hatta az önce sana handa yemek yapmayı bile düşlüyordum.”
Taekwoon bunu söylediğine hemen pişman oldu. Küçük düşmemek için ağlamamaya karar vermişti, ama bu sözleri ağlamaktan daha alçaltıcı bir etki yapmıştı onun için. Utanarak başını eğdi.
“Ben de hayal ettim,” dedi Doyeon usulca. Fark ettirmeden biraz biraz yaklaşıyordu Taekwoon’a. “Başından beri beyim sizin için, ikimiz için mücadele ettim. Sizi bırakmaya niyetim yoktu benim.”
“O zaman neden şimdi…”
“Nedenini söylemeyeceğim demiştim. Birkaç gündür handan dışarı çıkmadığınızı biliyorum. Siz de siz yokken dışarıda bir şeylerin değiştiğini bilin.”
“Ben dışarıdayken de ne olup bittiğini anlamıyordum ki…”
“Anlayacaksınız. Eninde sonunda… Rica ediyorum… Fazla üzülmemeye çalışın olur mu?”
Delikanlı bıkkın bir tavırla yüzünü sıvazladı, kafasından ateşler çıkıyormuş gibi hissediyordu. Her şey nasıl bu noktaya gelmişti?
Genç kız onun elini bırakıp kollarını uzattı, Taekwoon bir an bile beklemeden kucakladı onu. Hiç zorlanmadan, rahatsızlık duymadan, sanki doğduklarından beri bu haldeymiş gibi sarılıvermişlerdi yine.
“Size bunu söylemek için son şansım… Keşke daha erken söyleyebilseydim, keşke ölene kadar her gün söyleyebilseydim… Sizi seviyorum beyim. Sizi öyle seviyorum ki yüzünüze bakınca canım yanıyor.”
Delikanlının kolları daha sıkıca sardı onu, başı da omzuna iyice yaslandı. “Sen üzüldün mü?” diye sordu gözleri yaşlarla dolarken.
Doyeon’un da ağlamaya başladığını hıçkırıklarının arasından konuşmaya çalıştığında fark etti. “Çok… Çok üzüldüm… Beyim… İkimize de yetecek kadar… O yüzden siz… Hiç üzülmeyin… Olmaz mı?”
Üstüne toprak atıyorlarmış gibi hissederken küçük düşmemeye çalışmanın ne anlamı vardı? Gözyaşlarını bıraktı, bıraktı ki aşığının kelebekli ceketine aksınlar.
“Ah… Ah, Doyeon… Doyeon’um…”
İstemeye istemeye de olsa ayrıldılar birbirlerinden, birbirlerinin gözlerinin içine baktılar.
“Lakin beyim…” Sorar gözlerle baktı Taekwoon. “Siz… Beni sevdiğinizi söylemeyecek misiniz?”
İstemiyordu, söylerse ayrılmak zorunda kalacaklardı. Öykülerinin noktası olacaktı ilan-ı aşkı.
Ama…
Söylemek zorundaydı. Ne kadar bitirmeye içi elvermese de biliyordu ki Doyeon bitsin diye acele ediyordu. Kendisine gelmeden önce her şeyi kafasında bitirmiş olmalıydı. Sorun çıkarsa panikleyecekti, mızıkçılık yaparsa daha çok üzülecekti. Onun için de zor olmalıydı. Bir kerecik duymak istiyordu işte. Söylemeliydi. Yüreğinin tüm acısını diline koyup sevgisini dile getirmeliydi.
O anda Jaehwan’ın uyuduğu odanın açık bıraktıkları kapısının kaydığını duydular. İkisi de korkuyla o yana döndü. Taekwoon, Doyeon’u tutup ardına saklamaya çalışırken abisiyle göz göze geldi.
En az onlar kadar halsiz ve acı içindeydi Jaehwan da. Onlara belli etmeden kapıyı kapatmak istemişti. Kardeşinin yüzüne fazla bakamadı, kapıyı öylece bırakıp yeniden içeri girdi.
Delikanlı ağzına gelen yüreğini yutmaya çalışarak arkasına döndü, her şey o kadar hızlı olup bitmişti ki eli hala Doyeon’u arıyordu.
Ama genç hanım yoktu.
Sessiz bir tavşan edasıyla, geldiği gibi gidivermişti.
***
Sessizlerdi. Jaehwan bir kaşık çorbayı yutmak için gereğinden fazla zaman harcarken Taekwoon yemek çubuklarını tutarken bile ziyadesiyle zorlanıp titreyen elini sofranın kenarına yaslamış izliyordu. Gözleri kar beyazı yüzüne tezat oluşturacak kadar mor, burnu kıpkırmızıydı. Bir tek dudakları çehresinin solukluğuna uyum sağlar gibiydi.
O gün han da olan biteni anlamış gibi boştu, hancı kadın huzursuzdu. O leziz çorbaları tatsız tuzsuz olmuştu. Hava kapalıydı, lakin rüzgâr bile esmiyordu.
Delikanlı abisinin nedensizce öfkeli görünen cemaline baktı. Çatık kaşlarının altındaki gözleri kendisine bakmaktan özellikle kaçıyor gibiydi.
“Mutlu olmak zorunda mıyım?” diye sordu, sesinde belli belirsiz bir korku vardı.
Jaehwan kaşığını fırlatırcasına bıraktı. Yanında duran kılıcına uzanırken bir anda vazgeçti ve sofranın altında duran kardeşinin kılıcını aldı.
Kınını çıkarırken “Ölesin mi var?” dedi. Bir tehdit değildi bu, açıkça bir soruydu.
Delikanlı gözlerine hücum eden yaşları akmaktan alıkoymak için geç kaldığını fark ederek başını eğdi ve sessizce onayladı. Abisi kılıcın kınını kaldırıp abartılı haşin bir edayla masanın üstündeki tabak çanağı yere devirince irkildi. Utanç duygusunu bir kenara bırakarak başını kaldırıp kılıcı şimdi boş olan sofraya yerleştirmesini izledi.
“Bugün… Daha çok ölmek isteyeceksin. Bundan sonraki her gün bu isteğin biraz daha artacak. Sen ölmek istiyorsan, ben de istiyorum. Lakin ben… Ölemem. O yüzden eğer dayanamayacak gibiysen gözümün önünde değil, git uzakta öldür kendini. Böylece birliktekilere kardeşliğimizi bozduğunu söylerim. İkimiz de bu azaptan kurtulmuş oluruz.”
Taekwoon elinde kalan çubukları da sakince etrafa saçılan kap kacağın arasına attı. Omuzlarını dikleştirdi, üzerini silkti. Sesini kontrol altına alacağından emin olana kadar bekledi. “Sen de mi benden kurtulmak istiyorsun abi?”
Jaehwan gülmek istedi. Kendini bok gibi hissediyordu. İkisinin de başına koca koca kayalar düşsün istiyordu. Ayağa kalktı. Öfkeden bedeni seğiriyordu. Kardeşinin yakasına yapıştı ve onu da ayağa kaldırıp sürükledi. Evirip çevirip dövmek, dinlene dinlene dövmek, öldürene kadar dövmek istiyordu; ama yapacak gücü bulamıyordu. Yalnızca Taekwoon’un kulaklarını yakan küfürler etmekle yetindi. Delikanlının gözyaşları hıçkırıklara dönüşmüştü.
“Sen aptal mısın? Ulan seni paramparça ederim! Sen beni ne sanıyorsun lan ağzına sıçtığımın dürzüsü!”
Abisinin güçlü kolları onu ittirince hızla sundurmaya düştü. Başı çarptı, fakat acısını hissetmedi.
Bir süre sessizce ağlarken diğeri de sundurmanın önünde volta atarak sakinleşmeye çalışıyordu.
 “Biraz dışını sık Taekwoon. Bunu başarırsak siz de kavuşursunuz. Azıcık ayrı kalacaksınız sadece, sabret…” Taekwoon’un sesi havada asılı kalmış gibiydi. “Böyle söylesen olmaz mıydı? Benim için birini sevip de mutlu olmak yasak mı? Niye teselli etmiyorsun beni? Niye bu kadar… Niye böyle… Niye… Nasıl…” Hıçkırıklarının arasında yattığı yerde yan döndü.
Ama abisi onun yatmasına izin verecek gibi değildi. Omzundan yakalayıp kaldırdı ve dik dursun diye onu tutarken gözlerinin içine bakmak için eğildi.
“Neden yalan söyleyeyim? Biz bunu başarsak da siz birlikte olamayacaksınız. Hayır, başaramasak da birlikte olamayacaksınız. Bunda bir mutlu son yok, ölseniz de kavuşamayacaksınız. Ben sana neden öl diyeyim ki? Boşuna mı… Kolay mı… Kolay mı sanıyorsun öyle demeyi? Başka çıkar yolu yok ulan, yok. Tesellisi de yok, yalan onlar. Ya kabulleneceksin, ya da siktir olup gebereceksin. Başka çaresi yok Taekwoon. Özür dilerim abicim. Üzgünüm yavrum.”
Düşmesin diye ağır ağır bıraktı kardeşini, yanından geçip odaya girdi. Elleri titriyordu.
Ayık olamadığı için pişman olduğu zamanlar çoktu, lakin hiçbiri Taekwoon ve sevgilisini resmettiği gece ayık olamayışının pişmanlığı kadar büyük değildi.
***
Beraber mektebe girişleri emredilen saatten geçti.
Taekwoon içindeki bütün gözyaşlarını akıtmış, ardından yüreğinde çöl varmış gibi dört testi su içmişti. Ağzında ata binmek istediğiyle ilgili bir şeyler gevelerken abisi onun giyinmesine yardımcı olmuştu. Tüm bunları son birkaç gündür dinlenmemiş gibi yorgun hissettiği için ağır hareketlerle yapmış ve haliyle bu durum onları geciktirmişti.
Koca mektep öylesine telaşlıydı ki onların hangi saatte geldiğini fark eden pek olmamıştı. Sadece koridorlarda heyecanla dönüp dolaşan Âlim Cha iki yaverinin nerede olduğunu sorup duruyordu gelen geçene. Bu defa yaklaşanların aradığı çocuklar olduğunu görünce sevinçle el çırptı.
“Ah sonunda geldiniz!” dedi.
“Geç kaldık, bağışlayın beyim.” İki genç efendilerinin önünde eğilip selam verdiler.
“Henüz bir şeye geç kalmış değilsiniz. Misafirimiz önce mektebimize uğrayıp sonra saraya teşrif edeceklerini bildirdiler.”
Jaehwan gözlerini kocaman açıp Âlim Efendi’nin yüzüne baktı. Doğru duyduğundan emin değildi. “Önce… Önce buraya mı gelecek? Kral’dan önce… Sizi mi görecek?”
Cha Hakyeon küçük bir çocuk gibi güldü. Öyle neşeliydi ki etrafında parlak sarı bir hale olduğunu sanabilirdi insan. “Evet, önce beni görmeye gelecek. Nasılsa kendi ülkesi onu özel olarak Kral Hazretleri’yle görüşsün diye göndermiş değil. Bir bardak çayımızı içerken getirdiği hediyelerin bekleyebileceğini, acelesi olmadığını söylemiş ulağına.”
Taekwoon korktuğunu hissetti. Her ne kadar siyasi bir konuk olmasa da saraydan önce bir âlimle görüşmesi yakışık alacak bir şey değildi. Saray erkânı duyduğunda çıkacak dedikoduları düşünemiyordu bile.
“Ne vakit burada olurlar?”
“Eli kulağındadır. Hadi gelin biz-”
Mektebin avlusundan yükselen gürültüler onun sözlerini kesti. Dışarıda koşuşturan hizmetkârların gölgesini seçmek zor değildi. Beklenen misafir gelmişti.
Âlim Cha etekleri birbirine dolaşarak koridoru koşmaya başladı. Genç yaverleri de peşinden gittiler. Bütün hizmetkârlar, talebeler ve âlimler de avluyu hızlı adımlarla geçip onların ardı sıra dış kapıdan çıkmışlardı.
Yolun ucunda heybetli atlarıyla kalabalık bir kervan gözüküyordu. En önde ışıl ışıl kaftanıyla, kocaman gülümseyen iri bir adam vardı. Âlim Efendi onunla göz göze gelince sevdiğine bakan bir genç kız edasıyla süzülmüştü.
Kervan mektebin önüne gelince iri adam herkese durmasını işaret etti ve dostuyla selamlaşmak için atından atladı. Cha Hakyeon bu genç ve diri adamın karşısında minik ve yaşlı gözüküyordu.
“Ey kara muallim!”
“Ey efelerin efesi!”
Taekwoon söylenilenlerden hiçbir şey anlamamıştı. Selamlaşma konuğun dilinde olmuştu, bütün mektep ahalisi meraktan çatlayacak gibiydi.
İki adam sımsıkı sarıldılar. Onlar hasret giderirken iki kişi daha atlarından inip onlara yaklaşmıştı. Biri Taekwoon’dan küçük bir oğlan çocuğuydu. Diğeri de onlar gibi giyinmiş, lakin onlara hiç benzemeyen biriydi.
Konuşma Joseon diline döndü. “Bu benim yeğenim Civan Efe.” Oğlan çocuğu Âlim Efendi’nin elini yakalayıp öptü. Herkes şaşkınlıkla birbirine baktı. “Eh diğerini tanıştırmama gerek yok galiba.” Âlim Jang’ı yerinde zıplatacak kadar yüksek sesli bir kahkaha patlattı.
Konuklara hiç benzemeyen adam, gözleri yaşlarla dolmuş bir şekilde ileri çıktı ve daha fazla kendisine hâkim olamıyormuş gibi Cha Hakyeon’un kollarına atladı. “Abi!” diye bağırmıştı.
“Abi mi?”
“Abi mi dedi?”
“Âlim Efendi’nin kardeşi mi yoksa?”
“Wongeun! Kardeşim! Dünya gözüyle seni bir kez daha gördüm ya daha ne isterim ki!”
Jaehwan öfkeyle iç çekti. Bu tanışma faslının bir an önce bitmesini istediği açıkça belli oluyordu. Mektebin yakınlarından geçenler durup izlemeye başlamıştı, güvenlik ve gizlilik açısından zafiyet oluşturuyorlardı.
Âlim Cha bu iç çekişi duymuş gibi “Hadi,” dedi. “Hadi içeri girelim. Atlarınızı ve hizmetkârlarınızı dinlenmeleri için hanlara yerleştireceğim. Lakin sizi öyle kolay salamam.”
Kısa bir süre sonra konuklar mektebin iç odasına yerleşmiş, çay içiyorlardı. Kapı Taekwoon, Jaehwan ve Âlim Jang’ın yüzüne kapatılmıştı. Âlim Jang söylene söylene uzaklaşmıştı, fakat iki genç bunu yapamayacaklarını bildikleri için kapının önünde dikilmeye başladılar.
Çayları hiç normal olmayan bir şekilde en yaşlı hizmetkâr getirdi. Çok geçmeden konukların ilk gelişlerinde bu yaşlı hizmetkârla tanıştıkları ortaya çıktı. İçerideki kısa selamlaşmadan sonra Jaehwan ihtiyarı yakaladı ve kendilerine olan biteni anlatmasını istedi.
Sesleri duyulmasın diye koridorun en başına gittiler.
Baş konuğun adının Osman Efe olduğunu öğrendiler. Geçmişte geldiğinde; o küçük yaşıyla Âlim Cha’ya kendi dilinden bir parça öğretebilmiş, o gittikten sonra çalışması için notlar bile bırakmıştı. Cha Hakyeon onu çok sevdiği için Wongeun’u onunla birlikte göndermişti. Wongeun eskiden mektebin hizmetkârlığını yapmıştı. Bu konukların geçmişteki ziyaretinde Taekwoon’un yaşlarında olmalıydı. Gözü hep dışarıda olan bu çocuk gelişigüzel gönderilmemişti, onun da gönlü vardı.
“Böylece Osman Efe Bey ile Wongeun, aha sizin gibi böyle iki dost oldular.”
Jaehwan ve Taekwoon birbirlerine baktılar. Yaşlı adam elindeki tepsiyi sallayarak selam verdi ve uzaklaştı.
Henüz gözleri birbirlerine kilitliyken Âlim Efendi’nin onlara seslendiğini işittiler. Odaya koşar adım gittiler.
“Buyurun beyim,” dedi Jaehwan. Büyük olduğu için konuşma yetkisi ondaydı.
“Şöyle geçin karşımızı da konuklarımızı selamlayın. Tanışmanızı istiyorum.”
İki genç efendilerinin emrine itaat etmek için yan yana dizilmişlerdi ki Osman Efe kıpırdandı. “Sakın bana yerlere kapanıp selam vermeye kalkmayın,” dedi. “Ben sizin kralınızın önünde bile eğilmeyeceğim, siz ne diye benim önümde yere yatıyorsunuz?”
“Eh, madem pek değerli konuğumuz eğilmenizi istemiyor… Oturun bakalım da kendinizi tanıtın.”
İkili oldukları yere çöktüler.
“Ben Jaehwan, beyim. Emrinize amadeyim.”
“Ben Taekwoon, beyim. Emriniz başım üstüne.”
“Ben de Osman Efe,” dedi adam. Kalın siyah bıyıklarının altında dişleri inci gibi parlıyordu. “Bu da yeğenim Civan Efe. İsmimizi telaffuz etmek sizin için zor olabilir, dert etmeyin biz alışığız.”
“Ben de Wongeun oluyorum, beni kimse tanıştırmak istemiyor galiba.”
Hepsi gülüştüler. “Sen memleketine geldin, biz burada misafir oluyoruz. Unuttun galiba.”
“Memleket mi kalmış? Bu oda bile nasıl değişmiş en son gördüğümden beri…” Wongeun etrafına bakınıyordu. “Abi sen de pek yaşlanmışsın.”
“Hop, ayıp ediyorsun ama.”
Taekwoon ilk kez Âlim Cha’yı arkadaşlarıyla birlikte olmanın rahatlığı içinde görüyordu. Her zaman hizmetkârlarıyla, yaverleriyle, sarayın suratsız adamlarıyla, huysuz öfkeli Kral ve oğluyla, talebelerle konuşmakla geçiyordu ömrü. Böylesine kaygısız sohbet edebildiği başka kimse yoktu.
Hava kararana kadar dinlenmeleri için konuklara yatak serildi. Üç adam tıpkı Taekwoon ve abisinin yattığı gibi kucak kucağa uyukladılar.
***
Wongeun saraya gitmedi. Mektebin sundurmasında Jaehwan ve Taekwoon’la oturdu bütün akşam. Tabii onlara içki de eşlik etti.
Efendileri sabaha kadar dönmeyeceği için Jaehwan uzun zamandır içemediği içkinin acısını çıkarmaya kararlı gibiydi. Kardeşiyse kendisine bir şeyleri unutturabileceğini bildiği halde ağzına bir damla bile sürmek istemiyordu. Bol bol su içip bol bol helaya gitti.
Sarhoş olmak Wongeun’ın dilini iyice açmıştı. Kervanla gezip gördüğü yerleri, Osman Efe Bey’in memleketini ballandıra ballandıra anlatıyordu. Abisi pek anlamıyordu, lakin Taekwoon bu hikâyelerin içinde dolaşıp anlatanın sesine yansıyan o keskin hüznü fark etmişti.
“Neden gitmek istediniz?” diye sordu laf arasında.
Adam Jaehwan’dan daha ayıktı. Gözlerini gökyüzünde ışıldayan yıldızlara çevirip bir süre düşündü.
“Kalmak için sebebim yoktu,” dedi. “Burada kalmak için de… O her renkten, her dinden, her dilden gördüğüm insanların memleketlerinde kalmak için de… Hiçbir yerde kalmak için bir sebebim yoktu.”
“Kaçmak için bir sebebiniz vardı ama değil mi?”
Gülerken gözleri kapanıp yanağındaki gamze belirginleşirken “Çok uyanıksın,” dedi Wongeun. “Yoksa sen de mi kaçmak istiyorsun?”
Taekwoon gözlerini kaçırdı. Yıldızlar arkasında kalmasaydı, o da dönüp onlara bakardı. “Düşünüyorum.”
“Ne dedin? Düşünüyor musun? Vah vah… Âlim Cha duymasın, çok üzülür.”
“Siz kaçınca çok mu üzülmüştü?”
“Ben onun yüzünden kaçmadım ki…” Omuzlarını silkti. “Kaçmaktan başka çarem olmadığını o da biliyordu.”
“Benim kaçışım da Âlim Efendi yüzünden olmayacaktır. Lakin…”
“Senin kaçmaktan başka çaren var. Haksız mıyım?”
“Bilmiyorum.”
Wongeun’un derin gözleri yaşlarla parlıyordu. İçkisinden bir yudum daha alırken yanağından bir damla süzülmüştü bile. Ağzını siliyormuş gibi yapıp yüzünü kuruladı.
“Sana bir sır vereyim.”
“Evet?”
“Ben buraya gelmek istemedim hiç.”
“Özlemediniz mi?”
“Kimsem yok benim. Yetimim. Bir Âlim Cha’yı biliyorum. Bir de…”
“Güzel bir kadın mı?”
“Hem de çok güzeldi.”
Sustular. Dertlerinin ortak paydasında erimeye çalıştılar.
“Gitti mi?”
Wongeun elindeki içkiyi dökecek kadar şiddetli bir kahkaha nöbetine tutuldu. Sızmak üzere olan Jaehwan bile onu şaşkın şaşkın izledi.
“Bana hiç gelmedi ki…” dedi kahkahalar sona erince. “Gelemezdi.”
“Soylu bir ailenin kızı mıydı?”
Adam delikanlıya doğru eğildi. Taekwoon asıl sırrın şimdi geleceğini anlamıştı. Kulaklarını dört açtı.
“Bir prensesti. Benim kaçtığım gün bir kumandanın oğluyla evleniyordu.”
Delikanlı sarsıldığını hissetti. Doyeon da bir prenses olabilir miydi? Bu ihtimali hiç düşünmemişti. Gerçek ismini bile bilmiyor olabileceği ihtimali onu korkuttu.
Birkaç dakika ruhu bedeninden ayrılmasın diye parmaklarıyla dizlerini sıktı.
“Yok, yok,” dedi Jaehwan silik bir sesle. Başını sofraya yaslamış gözleri kapalı konuşuyordu. “Seninki prenses değil.” Demek aynı şeyleri düşünüyorlardı.
“Senin de mi sevdiğin bir kız var?”
Taekwoon başını salladı. Doyeon prenses olamazdı. Hangi prenses erkek kılığında sokaklarda haydutlarla kovalamaca oynamaya cesaret ederdi ki? Hem hangi prensesi annesi sopalardı? Yok, yok. Abisinin dediği gibi, o prenses olamazdı.
“Benimki prenses değil,” dedi kendisini de inandırmaya çalışarak.
“Şanslısın,” diye güldü Wongeun.
“Prenses olsa da değişecek bir şey yok gerçi. Biz de sizin gibi… Ölsek de… Kavuşamayacağız.”
Jaehwan gözlerini zorlayarak açıp kendi sözlerini tekrarlayan kardeşine kederli gözlerle baktı. İç çekti.
“Siktir.” Wongeun kadehi bırakıp şarap testisini aldı ve Taekwoon’a uzattı. “İki dakika görmüş geçirmişliğimle övünemiyorum arkadaş. Al iç sen de bari. Bu kadınlar anamızı belliyor valla.”
Abisiyle bu adam ne çok benziyordu. Kendisine uzatılan testiyi aldı.
“Peki, saraya gidince… Onu görecek misiniz?”
“Ne bileyim, ben de bilmiyorum. Bana kalsa şu mektepte yatacağım her gün, ama Âlim Cha pek ısrarcı. Şu kızını bir everse de kurtulsak…”
Neşeli bir şekilde güldü. Taekwoon yıllar sonra Doyeon’dan bahsederken kendisinin de böyle sakin olup olamayacağını merak etti. Belki o da konuyu böyle değiştirip espriler yapabilecek kadar iyi hissederdi bir gün.
Wongeun huzur içinde sızmaya çalışan Jaehwan’ı sürekli rahatsız edip onun sevdiği birisi olup olmadığını soruyordu. Jaehwan inatla bir şey söylemiyor, gözlerini kapalı yatıyordu.
Taekwoon, abisinin Âlim Wonsik’in peşinde koşmaktan kadınlarla görüşemeyecek kadar meşgul olduğunu düşündü.
Gün doğana kadar içtiler, bazen uyukladılar bazen sohbete daldılar yeniden.
İlk ışıklar sundurmaya düştüğünde bir haberci gelip her şeyin yolunda gittiğini, Âlim Efendi’nin kızını sarayda dolaştırmaya başlayacağını haber verdi.
Artık her şey tam anlamıyla başlıyordu.


mavinot: Özür dilerim, bölümün geciktiğinin farkındayım ama geçerli sebeplerim vardı. Osman Efe'siz bir hikaye yazacağımı düşünmediniz umarım. Lütfen yorum bırakmayı unumayın teşekkürleer <3

4 yorum:

  1. Böyle bir bölümün geleceğini hissetmiştim ama bu kadar olmasını beklemiyordum
    Hikayede de olsa üzülmeleri çok koyuyor onu anlamış oldum hele bir de her satırını severek okuduğum bir hikaye ise
    Ne biliyim üzüldüm birazcık azcık gülümsedim
    Kırmızı Kamelya'yı da özlemişim

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben de özlemişim ve ben de üzülüyorum ehehe. Teşekkür ederim güzel yorumun için :')

      Sil
  2. Taekwoon gülüm bebeğim kıyamam sana ama bu kızı veliahtla mı everecekler acaba :(

    Demek artık başlıyoruz, eh bakalım nasıl gidecek..

    YanıtlaSil