Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
“Ne yapıyorsun?” diye sordu Taekwoon en sonunda
dayanamayıp. Cevap gelmedi. “Doyeon…”
“Bana öyle seslenmemenizi söylemiştim size.”
“Beni görünce kafanı çevireceğini de söylemiştin, lakin
beni görmeyi bile bekleyemedin işte. Nasıl buldun burayı? Takip mi ettin beni?”
Doyeon omuzlarını silkip gülümsedi. “Nasıl bulduysam
buldum, önemli mi gerçekten?”
Güneş alacakaranlıkta yükselmeye devam ettikçe genç kızın
teni ışıldıyordu, uyanır uyanmaz ilk gördüğü şeyin bu güzellik olması içini
titretti Taekwoon’un. Sarılmak istedi, lakin elini de bırakmak istemiyordu.
Gelişinin sebebini sorması gerektiğini bilmesine rağmen
bu soruyu ne kadar ertelerse o kadar birlikte kalabilecekleri düşüncesi ona
engel oluyordu. Ona kendi elleriyle yemek yapmalıydı, hatta birlikte de yapabilirlerdi.
Hancı kadın Doyeon’u görünce sevinirdi, değil mi?
İşte yine hayallere dalmıştı delikanlı. Hiçbirinin gerçek
olmayacağının kanıtı, aşığının gözlerindeki sabırsızlıkta yazılıyken hem de…
Bakışlarını kaçırdı. Bedenini gevşetmeye çalıştı. Umursamıyormuş
gibi yapmaya çalıştı. Duyacağı şeylerden memnun olmayacaktı, memnun olmamak
deyimi az bile kalıyordu. Kahrolmadan sıyrılabilirse kendisini şanslı
sayacaktı. Lakin kendini küçük düşürmek istemiyordu. Gözünden bir damla yaş
süzülsün istemiyordu, hayır gözleri yaşlarla parlasın dahi istemiyordu.
O daha duymadığı bir şey için üzülürken, o şeyi
söyleyecek olan Doyeon Hanım’ın yüzünde neşeli bir hüzün görmek belki de en
yaralayıcı noktaydı. O an genç kızın hiçbir zaman kendisiyle ilgili hayaller
kurmamış olabileceğini fark etti.
“Neden geldin?” diye sordu, neredeyse öfkeli.
Hanımefendi derin bir nefes aldı. “Sizi görmek istedim.
Çok özledim.”
Taekwoon dayanamayıp boşta kalan eliyle yumuşak yanağını
okşadı kızın. Doyeon bunu bekliyormuş gibi yüzünü onun eline yasladı, gözlerini
kapattı.
“Bu okşayışlarınızı öyle çok hayal ediyorum ki…” dedi.
“Lakin bana her dokunuşunuzda, hayallerimle asla gerçeğe yaklaşamadığımı fark
ediyorum.”
“Yanağını okşayayım diye gelmedin ama. Değil mi?”
Siyah gözlerini açtı hanımefendi. “Acelecisiniz.”
“İkimiz de öyleyiz.”
“Haklısınız. Aslında olabildiğince uzatmak istemiştim bu
anı, elimden geleni yaptım beyim.”
“Neden geldin Doyeon?”
“Mutlaka söylemek istediğim bir şey vardı. Söylemek için
son şansımdı bu. Anlıyor musunuz?”
“Bir daha seni bıyıkla sokaklarda koştururken göremeyecek
miyim yani?”
Genç kız gülümsedi. “Hayır, bir daha beni kendi halimde
sokaklarda yürürken bile göremeyeceksiniz.”
“Sebebini sormayacağım.”
“Çünkü söylemeyeceğimi biliyorsunuz.”
“Evet.”
“Mühim değil. Çok geçmeden anlayacağınıza eminim.”
“Başından beri ayrılmak için birlikteydik, değil mi
Doyeon?”
Hanımefendi ürkmüş gibi kıpırdandı. Yüzündeki gülümseme
karmakarışık bir hal aldı. “Beyim…” diye fısıldadı. “Öyle söylemeyin, ne
olursunuz.”
“Yok, yok. Sen haklıydın. Ben hep çocukça hayaller
kurdum, hatta az önce sana handa yemek yapmayı bile düşlüyordum.”
Taekwoon bunu söylediğine hemen pişman oldu. Küçük
düşmemek için ağlamamaya karar vermişti, ama bu sözleri ağlamaktan daha
alçaltıcı bir etki yapmıştı onun için. Utanarak başını eğdi.
“Ben de hayal ettim,” dedi Doyeon usulca. Fark ettirmeden
biraz biraz yaklaşıyordu Taekwoon’a. “Başından beri beyim sizin için, ikimiz
için mücadele ettim. Sizi bırakmaya niyetim yoktu benim.”
“O zaman neden şimdi…”
“Nedenini söylemeyeceğim demiştim. Birkaç gündür handan
dışarı çıkmadığınızı biliyorum. Siz de siz yokken dışarıda bir şeylerin
değiştiğini bilin.”
“Ben dışarıdayken de ne olup bittiğini anlamıyordum ki…”
“Anlayacaksınız. Eninde sonunda… Rica ediyorum… Fazla
üzülmemeye çalışın olur mu?”
Delikanlı bıkkın bir tavırla yüzünü sıvazladı, kafasından
ateşler çıkıyormuş gibi hissediyordu. Her şey nasıl bu noktaya gelmişti?
Genç kız onun elini bırakıp kollarını uzattı, Taekwoon
bir an bile beklemeden kucakladı onu. Hiç zorlanmadan, rahatsızlık duymadan,
sanki doğduklarından beri bu haldeymiş gibi sarılıvermişlerdi yine.
“Size bunu söylemek için son şansım… Keşke daha erken
söyleyebilseydim, keşke ölene kadar her gün söyleyebilseydim… Sizi seviyorum
beyim. Sizi öyle seviyorum ki yüzünüze bakınca canım yanıyor.”
Delikanlının kolları daha sıkıca sardı onu, başı da
omzuna iyice yaslandı. “Sen üzüldün mü?” diye sordu gözleri yaşlarla dolarken.
Doyeon’un da ağlamaya başladığını hıçkırıklarının
arasından konuşmaya çalıştığında fark etti. “Çok… Çok üzüldüm… Beyim… İkimize
de yetecek kadar… O yüzden siz… Hiç üzülmeyin… Olmaz mı?”
Üstüne toprak atıyorlarmış gibi hissederken küçük
düşmemeye çalışmanın ne anlamı vardı? Gözyaşlarını bıraktı, bıraktı ki aşığının
kelebekli ceketine aksınlar.
“Ah… Ah, Doyeon… Doyeon’um…”
İstemeye istemeye de olsa ayrıldılar birbirlerinden,
birbirlerinin gözlerinin içine baktılar.
“Lakin beyim…” Sorar gözlerle baktı Taekwoon. “Siz… Beni
sevdiğinizi söylemeyecek misiniz?”
İstemiyordu, söylerse ayrılmak zorunda kalacaklardı.
Öykülerinin noktası olacaktı ilan-ı aşkı.
Ama…
Söylemek zorundaydı. Ne kadar bitirmeye içi elvermese de
biliyordu ki Doyeon bitsin diye acele ediyordu. Kendisine gelmeden önce her
şeyi kafasında bitirmiş olmalıydı. Sorun çıkarsa panikleyecekti, mızıkçılık
yaparsa daha çok üzülecekti. Onun için de zor olmalıydı. Bir kerecik duymak
istiyordu işte. Söylemeliydi. Yüreğinin tüm acısını diline koyup sevgisini dile
getirmeliydi.
O anda Jaehwan’ın uyuduğu odanın açık bıraktıkları
kapısının kaydığını duydular. İkisi de korkuyla o yana döndü. Taekwoon,
Doyeon’u tutup ardına saklamaya çalışırken abisiyle göz göze geldi.
En az onlar kadar halsiz ve acı içindeydi Jaehwan da.
Onlara belli etmeden kapıyı kapatmak istemişti. Kardeşinin yüzüne fazla
bakamadı, kapıyı öylece bırakıp yeniden içeri girdi.
Delikanlı ağzına gelen yüreğini yutmaya çalışarak
arkasına döndü, her şey o kadar hızlı olup bitmişti ki eli hala Doyeon’u
arıyordu.
Ama genç hanım yoktu.
Sessiz bir tavşan edasıyla, geldiği gibi gidivermişti.
***
Sessizlerdi. Jaehwan bir kaşık çorbayı yutmak için
gereğinden fazla zaman harcarken Taekwoon yemek çubuklarını tutarken bile
ziyadesiyle zorlanıp titreyen elini sofranın kenarına yaslamış izliyordu.
Gözleri kar beyazı yüzüne tezat oluşturacak kadar mor, burnu kıpkırmızıydı. Bir
tek dudakları çehresinin solukluğuna uyum sağlar gibiydi.
O gün han da olan biteni anlamış gibi boştu, hancı kadın
huzursuzdu. O leziz çorbaları tatsız tuzsuz olmuştu. Hava kapalıydı, lakin
rüzgâr bile esmiyordu.
Delikanlı abisinin nedensizce öfkeli görünen cemaline
baktı. Çatık kaşlarının altındaki gözleri kendisine bakmaktan özellikle kaçıyor
gibiydi.
“Mutlu olmak zorunda mıyım?” diye sordu, sesinde belli
belirsiz bir korku vardı.
Jaehwan kaşığını fırlatırcasına bıraktı. Yanında duran kılıcına
uzanırken bir anda vazgeçti ve sofranın altında duran kardeşinin kılıcını aldı.
Kınını çıkarırken “Ölesin mi var?” dedi. Bir tehdit
değildi bu, açıkça bir soruydu.
Delikanlı gözlerine hücum eden yaşları akmaktan alıkoymak
için geç kaldığını fark ederek başını eğdi ve sessizce onayladı. Abisi kılıcın
kınını kaldırıp abartılı haşin bir edayla masanın üstündeki tabak çanağı yere
devirince irkildi. Utanç duygusunu bir kenara bırakarak başını kaldırıp kılıcı
şimdi boş olan sofraya yerleştirmesini izledi.
“Bugün… Daha çok ölmek isteyeceksin. Bundan sonraki her
gün bu isteğin biraz daha artacak. Sen ölmek istiyorsan, ben de istiyorum.
Lakin ben… Ölemem. O yüzden eğer dayanamayacak gibiysen gözümün önünde değil,
git uzakta öldür kendini. Böylece birliktekilere kardeşliğimizi bozduğunu
söylerim. İkimiz de bu azaptan kurtulmuş oluruz.”
Taekwoon elinde kalan çubukları da sakince etrafa saçılan
kap kacağın arasına attı. Omuzlarını dikleştirdi, üzerini silkti. Sesini
kontrol altına alacağından emin olana kadar bekledi. “Sen de mi benden
kurtulmak istiyorsun abi?”
Jaehwan gülmek istedi. Kendini bok gibi hissediyordu. İkisinin de başına koca koca kayalar düşsün
istiyordu. Ayağa kalktı. Öfkeden bedeni seğiriyordu. Kardeşinin yakasına
yapıştı ve onu da ayağa kaldırıp sürükledi. Evirip çevirip dövmek, dinlene
dinlene dövmek, öldürene kadar dövmek istiyordu; ama yapacak gücü bulamıyordu.
Yalnızca Taekwoon’un kulaklarını yakan küfürler etmekle yetindi. Delikanlının
gözyaşları hıçkırıklara dönüşmüştü.
“Sen aptal mısın? Ulan seni paramparça ederim! Sen beni
ne sanıyorsun lan ağzına sıçtığımın dürzüsü!”
Abisinin güçlü kolları onu ittirince hızla sundurmaya
düştü. Başı çarptı, fakat acısını hissetmedi.
Bir süre sessizce ağlarken diğeri de sundurmanın önünde
volta atarak sakinleşmeye çalışıyordu.
“Biraz dışını sık Taekwoon. Bunu başarırsak
siz de kavuşursunuz. Azıcık ayrı kalacaksınız sadece, sabret…” Taekwoon’un
sesi havada asılı kalmış gibiydi. “Böyle söylesen olmaz mıydı? Benim için
birini sevip de mutlu olmak yasak mı? Niye teselli etmiyorsun beni? Niye bu
kadar… Niye böyle… Niye… Nasıl…” Hıçkırıklarının arasında yattığı yerde yan
döndü.
Ama abisi onun yatmasına izin verecek gibi değildi.
Omzundan yakalayıp kaldırdı ve dik dursun diye onu tutarken gözlerinin içine
bakmak için eğildi.
“Neden yalan söyleyeyim? Biz bunu başarsak da siz
birlikte olamayacaksınız. Hayır, başaramasak da birlikte olamayacaksınız. Bunda
bir mutlu son yok, ölseniz de kavuşamayacaksınız. Ben sana neden öl diyeyim ki?
Boşuna mı… Kolay mı… Kolay mı sanıyorsun öyle demeyi? Başka çıkar yolu yok
ulan, yok. Tesellisi de yok, yalan onlar. Ya kabulleneceksin, ya da siktir olup
gebereceksin. Başka çaresi yok Taekwoon. Özür dilerim abicim. Üzgünüm yavrum.”
Düşmesin diye ağır ağır bıraktı kardeşini, yanından geçip
odaya girdi. Elleri titriyordu.
Ayık olamadığı için pişman olduğu zamanlar çoktu, lakin
hiçbiri Taekwoon ve sevgilisini resmettiği gece ayık olamayışının pişmanlığı
kadar büyük değildi.
***
Beraber mektebe girişleri emredilen saatten geçti.
Taekwoon içindeki bütün gözyaşlarını akıtmış, ardından
yüreğinde çöl varmış gibi dört testi su içmişti. Ağzında ata binmek istediğiyle
ilgili bir şeyler gevelerken abisi onun giyinmesine yardımcı olmuştu. Tüm
bunları son birkaç gündür dinlenmemiş gibi yorgun hissettiği için ağır
hareketlerle yapmış ve haliyle bu durum onları geciktirmişti.
Koca mektep öylesine telaşlıydı ki onların hangi saatte
geldiğini fark eden pek olmamıştı. Sadece koridorlarda heyecanla dönüp dolaşan
Âlim Cha iki yaverinin nerede olduğunu sorup duruyordu gelen geçene. Bu defa
yaklaşanların aradığı çocuklar olduğunu görünce sevinçle el çırptı.
“Ah sonunda geldiniz!” dedi.
“Geç kaldık, bağışlayın beyim.” İki genç efendilerinin
önünde eğilip selam verdiler.
“Henüz bir şeye geç kalmış değilsiniz. Misafirimiz önce
mektebimize uğrayıp sonra saraya teşrif edeceklerini bildirdiler.”
Jaehwan gözlerini kocaman açıp Âlim Efendi’nin yüzüne
baktı. Doğru duyduğundan emin değildi. “Önce… Önce buraya mı gelecek? Kral’dan
önce… Sizi mi görecek?”
Cha Hakyeon küçük bir çocuk gibi güldü. Öyle neşeliydi ki
etrafında parlak sarı bir hale olduğunu sanabilirdi insan. “Evet, önce beni
görmeye gelecek. Nasılsa kendi ülkesi onu özel olarak Kral Hazretleri’yle
görüşsün diye göndermiş değil. Bir bardak çayımızı içerken getirdiği
hediyelerin bekleyebileceğini, acelesi olmadığını söylemiş ulağına.”
Taekwoon korktuğunu hissetti. Her ne kadar siyasi bir
konuk olmasa da saraydan önce bir âlimle görüşmesi yakışık alacak bir şey
değildi. Saray erkânı duyduğunda çıkacak dedikoduları düşünemiyordu bile.
“Ne vakit burada olurlar?”
“Eli kulağındadır. Hadi gelin biz-”
Mektebin avlusundan yükselen gürültüler onun sözlerini
kesti. Dışarıda koşuşturan hizmetkârların gölgesini seçmek zor değildi.
Beklenen misafir gelmişti.
Âlim Cha etekleri birbirine dolaşarak koridoru koşmaya
başladı. Genç yaverleri de peşinden gittiler. Bütün hizmetkârlar, talebeler ve
âlimler de avluyu hızlı adımlarla geçip onların ardı sıra dış kapıdan
çıkmışlardı.
Yolun ucunda heybetli atlarıyla kalabalık bir kervan
gözüküyordu. En önde ışıl ışıl kaftanıyla, kocaman gülümseyen iri bir adam
vardı. Âlim Efendi onunla göz göze gelince sevdiğine bakan bir genç kız
edasıyla süzülmüştü.
Kervan mektebin önüne gelince iri adam herkese durmasını
işaret etti ve dostuyla selamlaşmak için atından atladı. Cha Hakyeon bu genç ve
diri adamın karşısında minik ve yaşlı gözüküyordu.
“Ey kara muallim!”
“Ey efelerin efesi!”
Taekwoon söylenilenlerden hiçbir şey anlamamıştı.
Selamlaşma konuğun dilinde olmuştu, bütün mektep ahalisi meraktan çatlayacak
gibiydi.
İki adam sımsıkı sarıldılar. Onlar hasret giderirken iki
kişi daha atlarından inip onlara yaklaşmıştı. Biri Taekwoon’dan küçük bir oğlan
çocuğuydu. Diğeri de onlar gibi giyinmiş, lakin onlara hiç benzemeyen biriydi.
Konuşma Joseon diline döndü. “Bu benim yeğenim Civan
Efe.” Oğlan çocuğu Âlim Efendi’nin elini yakalayıp öptü. Herkes şaşkınlıkla
birbirine baktı. “Eh diğerini tanıştırmama gerek yok galiba.” Âlim Jang’ı
yerinde zıplatacak kadar yüksek sesli bir kahkaha patlattı.
Konuklara hiç benzemeyen adam, gözleri yaşlarla dolmuş
bir şekilde ileri çıktı ve daha fazla kendisine hâkim olamıyormuş gibi Cha
Hakyeon’un kollarına atladı. “Abi!” diye bağırmıştı.
“Abi mi?”
“Abi mi dedi?”
“Âlim Efendi’nin
kardeşi mi yoksa?”
“Wongeun! Kardeşim! Dünya gözüyle seni bir kez daha
gördüm ya daha ne isterim ki!”
Jaehwan öfkeyle iç çekti. Bu tanışma faslının bir an önce
bitmesini istediği açıkça belli oluyordu. Mektebin yakınlarından geçenler durup
izlemeye başlamıştı, güvenlik ve gizlilik açısından zafiyet oluşturuyorlardı.
Âlim Cha bu iç çekişi duymuş gibi “Hadi,” dedi. “Hadi
içeri girelim. Atlarınızı ve hizmetkârlarınızı dinlenmeleri için hanlara
yerleştireceğim. Lakin sizi öyle kolay salamam.”
Kısa bir süre sonra konuklar mektebin iç odasına
yerleşmiş, çay içiyorlardı. Kapı Taekwoon, Jaehwan ve Âlim Jang’ın yüzüne
kapatılmıştı. Âlim Jang söylene söylene uzaklaşmıştı, fakat iki genç bunu
yapamayacaklarını bildikleri için kapının önünde dikilmeye başladılar.
Çayları hiç normal olmayan bir şekilde en yaşlı hizmetkâr
getirdi. Çok geçmeden konukların ilk gelişlerinde bu yaşlı hizmetkârla tanıştıkları
ortaya çıktı. İçerideki kısa selamlaşmadan sonra Jaehwan ihtiyarı yakaladı ve
kendilerine olan biteni anlatmasını istedi.
Sesleri duyulmasın diye koridorun en başına gittiler.
Baş konuğun adının Osman Efe olduğunu öğrendiler.
Geçmişte geldiğinde; o küçük yaşıyla Âlim Cha’ya kendi dilinden bir parça
öğretebilmiş, o gittikten sonra çalışması için notlar bile bırakmıştı. Cha
Hakyeon onu çok sevdiği için Wongeun’u onunla birlikte göndermişti. Wongeun
eskiden mektebin hizmetkârlığını yapmıştı. Bu konukların geçmişteki ziyaretinde
Taekwoon’un yaşlarında olmalıydı. Gözü hep dışarıda olan bu çocuk gelişigüzel
gönderilmemişti, onun da gönlü vardı.
“Böylece Osman Efe Bey ile Wongeun, aha sizin gibi böyle
iki dost oldular.”
Jaehwan ve Taekwoon birbirlerine baktılar. Yaşlı adam
elindeki tepsiyi sallayarak selam verdi ve uzaklaştı.
Henüz gözleri birbirlerine kilitliyken Âlim Efendi’nin
onlara seslendiğini işittiler. Odaya koşar adım gittiler.
“Buyurun beyim,” dedi Jaehwan. Büyük olduğu için konuşma
yetkisi ondaydı.
“Şöyle geçin karşımızı da konuklarımızı selamlayın.
Tanışmanızı istiyorum.”
İki genç efendilerinin emrine itaat etmek için yan yana
dizilmişlerdi ki Osman Efe kıpırdandı. “Sakın bana yerlere kapanıp selam
vermeye kalkmayın,” dedi. “Ben sizin kralınızın önünde bile eğilmeyeceğim, siz
ne diye benim önümde yere yatıyorsunuz?”
“Eh, madem pek değerli konuğumuz eğilmenizi istemiyor…
Oturun bakalım da kendinizi tanıtın.”
İkili oldukları yere çöktüler.
“Ben Jaehwan, beyim. Emrinize amadeyim.”
“Ben Taekwoon, beyim. Emriniz başım üstüne.”
“Ben de Osman Efe,” dedi adam. Kalın siyah bıyıklarının
altında dişleri inci gibi parlıyordu. “Bu da yeğenim Civan Efe. İsmimizi
telaffuz etmek sizin için zor olabilir, dert etmeyin biz alışığız.”
“Ben de Wongeun oluyorum, beni kimse tanıştırmak
istemiyor galiba.”
Hepsi gülüştüler. “Sen memleketine geldin, biz burada
misafir oluyoruz. Unuttun galiba.”
“Memleket mi kalmış? Bu oda bile nasıl değişmiş en son
gördüğümden beri…” Wongeun etrafına bakınıyordu. “Abi sen de pek yaşlanmışsın.”
“Hop, ayıp ediyorsun ama.”
Taekwoon ilk kez Âlim Cha’yı arkadaşlarıyla birlikte
olmanın rahatlığı içinde görüyordu. Her zaman hizmetkârlarıyla, yaverleriyle,
sarayın suratsız adamlarıyla, huysuz öfkeli Kral ve oğluyla, talebelerle
konuşmakla geçiyordu ömrü. Böylesine kaygısız sohbet edebildiği başka kimse
yoktu.
Hava kararana kadar dinlenmeleri için konuklara yatak
serildi. Üç adam tıpkı Taekwoon ve abisinin yattığı gibi kucak kucağa
uyukladılar.
***
Wongeun saraya gitmedi. Mektebin sundurmasında Jaehwan ve
Taekwoon’la oturdu bütün akşam. Tabii onlara içki de eşlik etti.
Efendileri sabaha kadar dönmeyeceği için Jaehwan uzun
zamandır içemediği içkinin acısını çıkarmaya kararlı gibiydi. Kardeşiyse
kendisine bir şeyleri unutturabileceğini bildiği halde ağzına bir damla bile
sürmek istemiyordu. Bol bol su içip bol bol helaya gitti.
Sarhoş olmak Wongeun’ın dilini iyice açmıştı. Kervanla
gezip gördüğü yerleri, Osman Efe Bey’in memleketini ballandıra ballandıra
anlatıyordu. Abisi pek anlamıyordu, lakin Taekwoon bu hikâyelerin içinde
dolaşıp anlatanın sesine yansıyan o keskin hüznü fark etmişti.
“Neden gitmek istediniz?” diye sordu laf arasında.
Adam Jaehwan’dan daha ayıktı. Gözlerini gökyüzünde
ışıldayan yıldızlara çevirip bir süre düşündü.
“Kalmak için sebebim yoktu,” dedi. “Burada kalmak için
de… O her renkten, her dinden, her dilden gördüğüm insanların memleketlerinde
kalmak için de… Hiçbir yerde kalmak için bir sebebim yoktu.”
“Kaçmak için bir sebebiniz vardı ama değil mi?”
Gülerken gözleri kapanıp yanağındaki gamze
belirginleşirken “Çok uyanıksın,” dedi Wongeun. “Yoksa sen de mi kaçmak
istiyorsun?”
Taekwoon gözlerini kaçırdı. Yıldızlar arkasında
kalmasaydı, o da dönüp onlara bakardı. “Düşünüyorum.”
“Ne dedin? Düşünüyor musun? Vah vah… Âlim Cha duymasın,
çok üzülür.”
“Siz kaçınca çok mu üzülmüştü?”
“Ben onun yüzünden kaçmadım ki…” Omuzlarını silkti.
“Kaçmaktan başka çarem olmadığını o da biliyordu.”
“Benim kaçışım da Âlim Efendi yüzünden olmayacaktır.
Lakin…”
“Senin kaçmaktan başka çaren var. Haksız mıyım?”
“Bilmiyorum.”
Wongeun’un derin gözleri yaşlarla parlıyordu. İçkisinden
bir yudum daha alırken yanağından bir damla süzülmüştü bile. Ağzını siliyormuş
gibi yapıp yüzünü kuruladı.
“Sana bir sır vereyim.”
“Evet?”
“Ben buraya gelmek istemedim hiç.”
“Özlemediniz mi?”
“Kimsem yok benim. Yetimim. Bir Âlim Cha’yı biliyorum.
Bir de…”
“Güzel bir kadın mı?”
“Hem de çok güzeldi.”
Sustular. Dertlerinin ortak paydasında erimeye
çalıştılar.
“Gitti mi?”
Wongeun elindeki içkiyi dökecek kadar şiddetli bir
kahkaha nöbetine tutuldu. Sızmak üzere olan Jaehwan bile onu şaşkın şaşkın
izledi.
“Bana hiç gelmedi ki…” dedi kahkahalar sona erince.
“Gelemezdi.”
“Soylu bir ailenin kızı mıydı?”
Adam delikanlıya doğru eğildi. Taekwoon asıl sırrın şimdi
geleceğini anlamıştı. Kulaklarını dört açtı.
“Bir prensesti. Benim kaçtığım gün bir kumandanın oğluyla
evleniyordu.”
Delikanlı sarsıldığını hissetti. Doyeon da bir prenses
olabilir miydi? Bu ihtimali hiç düşünmemişti. Gerçek ismini bile bilmiyor
olabileceği ihtimali onu korkuttu.
Birkaç dakika ruhu bedeninden ayrılmasın diye
parmaklarıyla dizlerini sıktı.
“Yok, yok,” dedi Jaehwan silik bir sesle. Başını sofraya
yaslamış gözleri kapalı konuşuyordu. “Seninki prenses değil.” Demek aynı
şeyleri düşünüyorlardı.
“Senin de mi sevdiğin bir kız var?”
Taekwoon başını salladı. Doyeon prenses olamazdı. Hangi
prenses erkek kılığında sokaklarda haydutlarla kovalamaca oynamaya cesaret
ederdi ki? Hem hangi prensesi annesi sopalardı? Yok, yok. Abisinin dediği gibi,
o prenses olamazdı.
“Benimki prenses değil,” dedi kendisini de inandırmaya
çalışarak.
“Şanslısın,” diye güldü Wongeun.
“Prenses olsa da değişecek bir şey yok gerçi. Biz de
sizin gibi… Ölsek de… Kavuşamayacağız.”
Jaehwan gözlerini zorlayarak açıp kendi sözlerini
tekrarlayan kardeşine kederli gözlerle baktı. İç çekti.
“Siktir.” Wongeun kadehi bırakıp şarap testisini aldı ve
Taekwoon’a uzattı. “İki dakika görmüş geçirmişliğimle övünemiyorum arkadaş. Al
iç sen de bari. Bu kadınlar anamızı belliyor valla.”
Abisiyle bu adam ne çok benziyordu. Kendisine uzatılan
testiyi aldı.
“Peki, saraya gidince… Onu görecek misiniz?”
“Ne bileyim, ben de bilmiyorum. Bana kalsa şu mektepte
yatacağım her gün, ama Âlim Cha pek ısrarcı. Şu kızını bir everse de
kurtulsak…”
Neşeli bir şekilde güldü. Taekwoon yıllar sonra
Doyeon’dan bahsederken kendisinin de böyle sakin olup olamayacağını merak etti.
Belki o da konuyu böyle değiştirip espriler yapabilecek kadar iyi hissederdi
bir gün.
Wongeun huzur içinde sızmaya çalışan Jaehwan’ı sürekli
rahatsız edip onun sevdiği birisi olup olmadığını soruyordu. Jaehwan inatla bir
şey söylemiyor, gözlerini kapalı yatıyordu.
Taekwoon, abisinin Âlim Wonsik’in peşinde koşmaktan
kadınlarla görüşemeyecek kadar meşgul olduğunu düşündü.
Gün doğana kadar içtiler, bazen uyukladılar bazen sohbete
daldılar yeniden.
İlk ışıklar sundurmaya düştüğünde bir haberci gelip her
şeyin yolunda gittiğini, Âlim Efendi’nin kızını sarayda dolaştırmaya
başlayacağını haber verdi.
Artık her şey tam anlamıyla başlıyordu.
mavinot: Özür dilerim, bölümün geciktiğinin farkındayım ama geçerli sebeplerim vardı. Osman Efe'siz bir hikaye yazacağımı düşünmediniz umarım. Lütfen yorum bırakmayı unumayın teşekkürleer <3
Böyle bir bölümün geleceğini hissetmiştim ama bu kadar olmasını beklemiyordum
YanıtlaSilHikayede de olsa üzülmeleri çok koyuyor onu anlamış oldum hele bir de her satırını severek okuduğum bir hikaye ise
Ne biliyim üzüldüm birazcık azcık gülümsedim
Kırmızı Kamelya'yı da özlemişim
Ben de özlemişim ve ben de üzülüyorum ehehe. Teşekkür ederim güzel yorumun için :')
SilTaekwoon gülüm bebeğim kıyamam sana ama bu kızı veliahtla mı everecekler acaba :(
YanıtlaSilDemek artık başlıyoruz, eh bakalım nasıl gidecek..
Cevabı en hızlı bulan sendin eheheh
Sil