Bu hikaye VIXX'in altı güzel üyesinden ilham alınarak kurgulanmıştır.
Kervan gözden kaybolur kaybolmaz, insanlar bekleşmekten
sıkılıp dağılmaya başladılar. Âlim Cha kızının elini tutmuş onu mektebe davet
ediyor, genç kız reddettikçe ısrarla kolunu çekiştiriyordu. Taekwoon sükûnetini
korumak, önceki gece verdiği sözleri tutabilmek adına gözlerini başka yerlere
dikmeye, abisine dokunup onun ilgisini kendisine çekmeye çalışıyordu.
Jaehwan orada değildi. Ayrılık acısı çeker gibi bir hali
yoktu, öfkeli de sayılmazdı. Uyuyordu sanki. Delikanlı kendi öfkesinden onun bu
halini fark edemiyor gibiydi.
“Beyim!” Uykusundan aniden sıyrıldığı için ses tonunu
kontrol edememişti. “Geliyorlar.”
“Ne? Geri mi dönüyorlar?” Âlim Efendi kervanın
uzaklaştığı yola doğru dönüp gözlerini kıstı.
“Hayır, onlar değil. Şeyler…” Kemikli işaret parmağını
tam aksi yöne uzatıp mektebe yaklaşan iki genç adamı işaret etti. Onları
üzerlerindeki gösterişsiz kıyafetlerle tanımak zordu.
“Prens Hazretleri!”
Cha Hakyeon’un sesi oldukça yüksek çıkmıştı. Prens
Sanghyuk sakince elini kaldırıp onu daha fazla devam etmekten alıkoydu.
“Geldiğimi bilsinler isteseydim kaftanımı kuşanıp
tahtırevanla gelirdim, değil mi Âlim Efendi?”
“Bağışlayın efendim. Sizi burada görmeyi beklemiyorduk.”
Doyeon hemen babası gibi eğilmiş, yüzünde hınzır bir ifadeyle eteklerinin
altından ucu gözüken pabuçlarına bakıyordu.
“Misafirlerinizi bir de sizinle birlikte yolculayalım
demiştik, lakin geç kaldık görüyorum ki…”
“Vakitleri varsa Majestelerini mektebimizde ağırlamak
isteriz.” Genç kız başını kaldırmış nişanlısına gülümsüyordu. Aynı karşılığı
alamamak onu etkilemedi, dönüp yanında kılıcıyla duran Efendi Lee’ye
gülümsemeye devam etti.
Veliaht Prens hiçbir şey söylemeden kapıda kılıç
ustalarına gözünün ucuyla bakarak avluya süzüldü. Arkadaşı da peşinden girdi.
“Emriniz var mı beyim?” Jaehwan artık kendine hâkim
olmakta çok zorlanan kardeşinin bileğini kavramış, oradan kaçmaya
hazırlanıyordu.
“Hana gidip dinlenin, öğlen işiniz olabilir.”
“Baş üstüne!”
Âlim Cha da tıpkı yaverinin kardeşine yaptığı gibi,
yanında duran kızının bileğini sıkıca tutup peşinden sürükledi. Kaçmasından
korkar gibi bir hali vardı, lakin hanımefendinin öyle bir niyeti yok gibiydi.
Veliaht Prens tek kelime etmeden mektebin avlusunu geçip
binaya girmiş, koridorları hızlıca yürümeye ve iç odaya doğru ilerlemeye
başlamıştı. Efendi Lee de onunla aynı hızla ilerliyor, bedenini arkadan
gelenlerle Genç Prens arasına siper ediyordu.
Odaya girer girmez, Prens Sanghyuk kendi konutuna girmiş
gibi yerleşti Cha Hakyeon’un yerine. Dimdik oturdu ve hatta diğerlerini içeri
çağırdı neredeyse.
Doyeon Hanım pelerinini babasının yanındaki mindere
bırakıp çay hazırlamak için müsaade istedi.
“Sizin şu delikanlı nerede? Çayı onun elinden içmek
isterdim, nicedir görüşmedik.”
Âlim Efendi dişlerini sıkmamak için büyük bir çaba
harcadı, onun yerine iç organları sımsıkı yapışmış gibi hissetti. Bu çocuk az
önce yaverlerini gönderdiğini açıkça duyduğu için yapıyordu bunu, üstüne gelmek
için.
“Ne yapmalı Majesteleri? Az evvel istirahat etsinler diye
gönderdim onları. İsterseniz adam göndereyim arkalarından. Lakin gelmeleri
zaman alacaktır.”
Genç Prens hafifçe gülümsedi. Şimdi çağırsa Doyeon’un çay
getirmesinden daha hızlı geleceklerini biliyordu. Fakat buna gerek yoktu, o
istediğini almıştı. “O halde müstakbel zevcemin ellerinden içelim.”
“Baş üstüne!” Genç kız neredeyse şakımış, kapıyı kapatır
kapatmaz da koşmaya başlamıştı.
O çıkar çıkmaz Sanghyuk’un yüzündeki gülümseme
siliniverdi. Çatık kaşlarıyla kayınbabasına baktı.
“Hocam.”
“Buyurun Prens Hazretleri…”
“Bugünlerde biraz tedirginim.” Bir bebek gibi dudağını
büzüp kollarını göğsünde kavuşturdu. Efendi Lee gülmemek için başını eğdi.
“Niçin efendim?”
“Dayım… Biraz şüpheli davranıyor gibi.”
Cha Hakyeon’un bunu beklemediği aşikârdı. Hafifçe öne
eğildi, kaşlarını kaldırdı. “Ne demek istiyorsunuz?”
“Farkında değil misiniz?” Prens Sanghyuk ayağa kalktı, solundaki
kitaplığı karıştırmaya başladı. “Hanesinden sürekli ulaklar çıkıyor.” Bir
defter seçip tekrar yerine oturdu, rastgele bir sayfa açtı.
Efendi Lee, Cha Hakyeon’un öfkeli bakışlarını görünce
içinde tutmaya çalıştığı kahkahasının başı çıkıverdi dudaklarından. İkisinin de
kendisine döndüğünü fark etmemiş gibi öksürdü sonra, gülmediğini kanıtlamaya
çalışır gibi göğsüne de vurdu.
“Tabii,” diye devam etti Genç Prens. “Siz sarayda pek
meşgulsünüz artık. Haberiniz olmaması da doğal neticede. Benim yerime çoğu
meseleyi de çözdüğünüz için benim vaktim bol.”
“Haşa Majesteleri, sizin yerinize ben nasıl…”
“Kayınbabam olarak bittabi benim yerime bazı meselelerle
meşgul olacaksınız. Siz yanımda olduğunuz için böylesine kendime güveniyorum ya…
Bakın kendim çözmek yerine size danışmaya geldim. Haberiniz olmadığını
biliyordum çünkü Baş Müşavir.”
“Onur duydum Prens Hazretleri.”
“Ne demek istediğimi anladığınızı varsayıyorum.”
“Anladım efendim.”
Veliaht Prens’in defterin sayfalarını çeviren parmakları
durdu. Cha Hakyeon’un gözleri açık sayfaların arasında duran kâğıt parçasına kilitlendi.
“Anladınız mı?”
“Evet.”
İki genç adam dalıp gitmiş bu ihtiyara bakmak için
başlarını kaldırdılar. O kendine gelene kadar birbirlerine bakacak vakti de
bulmuşlardı.
Prens Sanghyuk farkında olmadan yapıyormuş gibi kâğıdı
defterin arasından aldı usulca. Âlim Cha yutkundu.
“Anladıysanız neden benim için bu meseleyi de
halledeceğinizi söylemiyorsunuz Baş Müşavir?”
Âlim Efendi uykusundan uyanır gibi kendine geldi.
Bakışlarını yere indirdi. “Bağışlayın Majesteleri. Elbette sizin için hiçbir
sorun çıkmadan bu meseleyi halledeceğim. İçinizi ferah tutun.”
“Dün gece uyuyamadınız mı yoksa? Pek dalgınsınız. Ah şuna
bakın, size derken ben de dalıvermişim. Notlarınızı karıştırıyorum. Kusuruma
bakmayın.” Kâğıdı açmadan defterin içine bıraktı.
“Estağfurullah tüm yazılarım size feda olsun.”
Prens Sanghyuk nihayet güldü. Ayağa kalktı. “O zaman size
güvenip bekleyeceğim kayınbabacığım.”
“Teşekkür ederim Prens Hazretleri.”
Cha Hakyeon ayağa kalkana kadar Efendi Lee onun yerine
açmıştı kapıyı. Veliaht Prens dimdik kapıya yürüdü. O sırada Doyeon elinde
tepsiyle geliyordu.
“Gidiyor musunuz Prens Hazretleri? Lakin daha çayınızı
içmemiştiniz…” Gözlerinde samimi bir hüzün seçiliyordu.
Sanghyuk da ona gülümsedi. Tereddütle elini kaldırdı.
Genç kızın yumuşak yüzünü okşadı usulca. “Üzgünüm.”
“Hayır, Majesteleri. Üzülmeyiniz. Size çay yapacak çok
vaktim olacak bundan böyle.”
Eli nişanlısının yüzünden omzuna indi, omzunu tutup
sıktı. “Haklısın. Kendine iyi bak.”
“Siz de efendim. Dikkatli gidiniz.”
Efendi Lee dostunun peşinden ilerlerken geriye dönüp
elinde tepsiyle dikilen Doyeon’a baktı. O zaman genç kız Efendi Lee’nin de
Veliaht Prens kadar üzgün olduğunu ve bunun çayla alakası olmadığını anladı.
***
Âlim Kim hana giden delikanlıların yolunu kesmiş, Jaehwan’dan
kendisiyle gelmesini istemişti. Taekwoon ikisinin birbirine ve kendisine
bakışlarından bu görüşmeyi kimseye söylememesi gerektiğini anlamış, tuhaf bir
durum olduğunu sezinlemişti. Soru sormadan yürümeye devam etti.
Wonsik, Jaehwan’ın evine gelmesini istiyor, ısrar
ediyordu. Kılıç ustası ise her ne kadar yüreğinden gitmek geçse de
reddediyordu.
“Neden böyle yapıyorsun abi?”
“Bilmediğinizden mi soruyorsunuz beyim?”
“Bilmiyorsam söyleyecek misin?”
Jaehwan derin bir nefes aldı. Evlerden uzaklaşmış, bir
köşe başında dikilmiş konuşuyorlardı.
“Sizin benden daha iyi biliyor olmanız lazım. Rica ederim
şu çocukça inadınızı bir kenara bırakın. Bugün Veliaht Prens’in yüz ifadesini
gördüm.”
Genç âlim şaşırmış görünüyordu. Kaşlarını çattı. “Nerede
gördün?”
“Az önce mektebe geldi.” Wonsik’in bozulduğunu görmek zor
değildi. Başını çevirdi. “Bilmiyor muydunuz?” Bu sorunun ardından gelen
sessizlik ikisini de utandırmış, cevap halini almıştı. “Her neyse beyim. Bu
bile neler olduğunu anlamanız için yeterli. Lütfen siz de bundan sonra
adımlarınızı mümkün mertebe dikkatli atın. Müsaadenizle…”
Jaehwan selam verip yürümeye başladı.
Âlim Kim “Annem çağırmıştı,” diye seslendi arkasından. “Jiwon
sana çizdiklerini göstermek istiyordu.”
Kılıç ustası durdu, dönüp tekrar selam verdi. “Teşekkür
ettiğimi ve özür dilediğimi iletiniz. Âlim Cha’nın muhafızı olarak değil,
abiniz Jaehwan olarak…”
***
“Bir süre gelmezsin sanmıştım,” dedi Taekwoon hemen
arkasından odaya giren abisine bakıp. “Ne zamandır görüşmüyordunuz,
özleşmişsinizdir.”
Abinin kaşları çatıktı. Yeleğini çıkardı, saçlarını
bağlayan çaputu çözdü. “Görev olmadığı için görüşmüyorduk Taekwoon. Birbirimizi
özleyecek kadar yakın değiliz.” Çoraplarını da çıkarıp uzandı. “Çağıran olursa
uyandırırsın. Başım ağrıdı, kestireceğim.”
Yalancı, diye düşündü delikanlı. Daha dün gece onu
kendisinden başka koruyacak kimse yok diye ağlamak üzereydi bu adam.
Yüklüğe sırtını yaslayıp dizlerini karnına çekti.
Kendisinin de başı ağrıyordu, ama uyuyarak geçmezdi. Gözünün önüne sırf
kendilerini kötü hissetsinler diye kervanı uğurlamaya gelen ve nişanlısını görünce
heyecanlanan Doyeon geldi.
“Kıskandım galiba abi,” dedi. Jaehwan gözlerini açtı.
“Gördüm.”
“Düğünlerinde de beni görevlendirirler mi?” İç çekti.
“Hepimiz orada oluruz muhtemelen.”
“Prense saldırırım diye korkuyorum.”
Abisi güldü, yattığı yerde dönüp kardeşine bir tekme
attı. “Bu sefer Wongeun Bey de yok, nasıl kapatırım seni depoya?”
“Evlenmelerini istemiyorum.”
“Eminim kimse evlenmelerini istemiyordur.”
“Ama bu izdivaç gerçekleşmezse her şey daha kötü olacak
değil mi?”
“Muhtemelen.”
“Evlenirlerse de…”
“Oradan sonrasını düşünmek bize düşmez. Eminim herkesin
bir planı vardır.”
“Korkuyorum.”
“Kral bile korkuyordur eminim.”
“Ben Doyeon’un çocuklarıyla, Wongeun Bey’in Kwangjae’yle
arkadaş olduğu gibi arkadaş olamam abi.”
“Taekwoon…”
“Of bilmiyorum. Uyu hadi sen, bir şey olursa uyandırırım.”
Jaehwan uyumadı, haber de gelmedi. Biri uzanmış, biri
oturmuş; açtıkları arka kapıdan esen serin rüzgâra aldırmadan bahçeyi izlediler
boş gözlerle. Taekwoon eve gitmek istediğini düşünüyordu, yeğenini çok
özlemişti. Jaehwan’ın aklı Âlim Kim’de kalmıştı. Karnının gurultusu Kim Hanım’ın
yemeklerini hatırlatıyordu. Bugün onunla gitmek istemişti. Belki de son kez
gitmeliydi.
Peş peşe iç çekmelerle gün bitmişti. Güneş batmış, rüzgârlar
şiddetlenip durulmuş, kuşlar susmuş, köpekler ulumuş, yıldızlar çıkmıştı.
Yerlerden birazcık bile kımıldamadan öylece durmuşlardı bütün gün. Baş ağrıları
şiddetlenmişti, karınları iyiden iyiye acıkmıştı.
Hancı kadın sundurmaya yemek bıraktığını haber vermek
için kapıyı tıklatınca ikisi de doğruldu. İştahları yoktu, sırf meşgale olsun
diye yediler.
Taekwoon boşalanları mutfağa götürmek için çıktığında
Jaehwan saçlarını taramaya girişti. Delikanlı geri gelince o da üstündekileri
değiştirdi. Birbirlerine tek kelime etmeden hazırlanıp aynı anda handan
çıktılar.
Biri bahçesi kamelyalı eve doğru yürümeye başladı, diğeri
ikinci annesinin bulunduğu eve doğru. İkisi de içeri girip girmeyeceklerini
bilmiyordu. Sadece yürümek istemişlerdi.
Kamelyalı evin kapısına gelmeyi geciktirmek için
etrafında iki tur attı delikanlı. En sonunda cesaret edip hafiften vurdu
tokmayı. Kimse duymayacaktı böylece, o da bunu bahane edip gidecekti.
Lakin daha saniyeler geçmeden aralandı kapı. Sanki biri
arkada durmuş onun gelmesini bekliyordu.
“Ne için geldiniz?” Doyeon’un ablasıydı bu.
“Doyeon Hanım çağırdı,” diye yalan söyleyiverdi Taekwoon.
“Ne zaman çağırdı?”
“Öğlen… Akşam gelmemi söylemişti.”
“Şu an pek müsait değil.”
“Önemli demişti.” Genç hanımefendinin huzursuzluğu
yüzünden okunuyordu. Her an bağırmaya başlayacakmış gibi gözüküyordu. “Bir
sorun mu var hanımım?”
“Hayır. Bekleyin burada. Gidip soracağım.” Kapıyı aralık
bırakıp bahçeyi geçti. Delikanlı başını uzatıp içeri baktı. Yalnızca mutfakta
ışık vardı. Karanlık ve sessizdi her yer. Bunun ne anlama geldiğini bilemedi
Taekwoon.
Doyeon kendisini içeri çağıracak mıydı, emin olamıyordu.
Belki de buraya gelmekle hata etmişti. Hanımı beklemeden geri dönse daha iyi
olacaktı galiba. Kimse olmadan kapı açık kalmasın diye tokmağa uzanıyordu ki
içeriden silik bir çığlık duydu.
Ne olduğunu anlamadan kendisini sese doğru koşarken
buldu. Şimdi evin büyük kızı da ortalıklarda gözükmüyordu. Sundurmaya çıkmaya
hazırlanıyordu ki tam karşısındaki kapı açıldı.
“Uzak dur benden!”
“Doyeon…” diye fısıldadı Taekwoon. Kızcağız öyle hızlı
çıkmıştı ki az daha delikanlıya çarpıyordu.
Gözleri kan çanağıydı. Yine titriyordu, rengi solmuştu.
Eteklerini sımsıkı tutmuş, yeniden koşmaya hazırlanırken birkaç saniye sevdiği
adamın gözlerine baktı. Devam etmeden önce dönüp bir kez daha ardına baktı.
Delikanlıya çarpıp gitti.
Taekwoon başını kaldırdığında göreceği şeyin ne olduğunu
biliyordu. Biraz daha çökmüş ve küçülmüş, her şeyden biraz daha pişmanlık
duyan, yumuşak suratlı bir ihtiyar…
“Ne zaman bitecek?” dedi dişlerinin arasından. “Siz bile
yoruldunuz artık.”
Sevdiğinin peşinden gitmek üzere döndü.
“Yalnız bırak,” derken sesi de yaşlı çıkıyordu Âlim
Efendi’nin. “Yalnız kalmaya ihtiyacı var.” O sırada Hyeyeong Hanım mutfaktan
olanları izliyordu, delikanlıyla göz göze geldiler.
“Bence sizin yalnız kalmaya ihtiyacınız var beyim,” dedi
Taekwoon. “Düşünecek çok şeyiniz var.”
mavinot: Upuuzuuuun bir aradan sonra tekrar birlikteyiz. Lütfen yorumlarınızı esirgemeyin! Sona çok yaklaştık!
Neler oluyor anlamış değilim
YanıtlaSilNeyi nereye bağlayacağımı bilmiyorum ama okurken gittikçe daha çok heyecanlanıyorum
Ayrıca Hakyeon artık beni korkutmayı bırakabilir mi :(
evde hakyeon varken neden gidiyorsun be oğlum
YanıtlaSil